Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Anadolu Türkmenleri
Ekim 30, 2021 Mithat Baş Tarih Araştırmaları 0 Yorum Kategori : alevilik , Anadolu abdalları , aşıklık geleneği , bilim , din , mezhepler , Müslümanlık , tarih , tarikatlar , Türk kültürü
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ VE ANADOLU TÜRKMENLERİ
1207-1273 tarihleri arasında yaşayan Mevlana
Celaleddin-i Rumi, bir Türk-İslam şairi ve mutasavvıfıdır. Şimdiki
Afganistan’da bulunan Belh kentinde doğdu. Babası Bahaddin Veled de Belh kentinin ünlü bilginlerindendi. Moğol
istilası nedeniyle Bahaddin Veled, ailesi ve yakınlarını alarak 1212 yılında
Belh’den ayrıldı ve İran üzerinden Anadolu’ya gelerek Karaman’a yerleşti. Bu
arada Moğol istilasından kaçan doğulu bilginler, sanatçılar, İslamiyet’i batıya
taşıyan mutasavvıflar, dervişler Konya’ya akıyorlardı. Konya sadece dini bir
merkez değil, aynı zamanda sanat ve bilim merkeziydi de. Konya’da o yıllarda
her ırk ve dinden insanlar vardı. Kentte Türkçe, Rumca, Farsça ve İbranice
konuşuluyor, çeşitli dinlere mensup kişiler, ortak sosyal ve kültürel ilişkiler
içinde yaşıyorlardı.
Mevlana’nın babası Bahaddin Veled, vaazları ve dini nasihatleri
ile halka kendini sevdirmiş, öte yandan tutarlı kişiliği ile de sarayın
saygısını kazanmıştı. 1230 yılında Bahaddin Veled ölünce oğlu Mevlana
Celaleddin, babasının bu kültürel görevini üstlendi. Tasavvuf alanında
kendisini geliştirdi.
Mevlana’nın temel düşüncesi insandır, sevgidir,
dostluktur, yanlışı doğru yapmak, cahili bilgin, inanmayanı inanan, düşmanı
dost yapmaktır. O, insanı en yüksek şekilde onurlandırarak, “Daha önce Allah’la
olduğunu, ayrıldığını, fakat yine ona döneceğini” söylemektedir.
Bugün Mevlana’nın
düşünce sistemi içinde insan topluluklarına en çekici gelenin “hoşgörü” olduğu
söylenebilir. Bu belki de o yıllardaki Konya için en olabilecek
görüşlerdi. Çünkü o yıllarda Konya’da
hemen her dinden gruplar bulunmaktaydı.
Bu
denizde ne ölmek var bize,
Bu
denizde ne gam, ne dert, ne keder,
Bu
deniz, alabildiğine muhabbet
Bu deniz, iyilikten,
cömertlikten ibaret.”
Mevlana Celaleddin’i
Rumi’nin bu görüşleri genellikle kent kültürünün egemen olduğu şehirlerde
benimsendi. Yazdığı eserler Farsça olduğu için kırsal kesimde yaşayan göçebe ve
yarı göçebe Türkmenler, onun bu görüşlerine pek değer vermediler.
Çünkü Anadolu halkı o
yıllarda Moğol istilası altında inim inim inliyordu. Halkın bu işgaller
karşısında tutunacak dalı kalmamıştı. Anadolu büyük bir kaos döneminin
içindeydi. Bu zor günlerde Moğol zulmü altındaki halkın yanında Anadolu Ahileri
ve Anadolu Bacıları vardı. Onlar halkla bütünleşmiş, onların derdini dert
edinmiş, sıkıntılarını gidermeye çalışıyorlardı. Hâlbuki Mevlana ve yakınları
halkın derdiyle ilgilenmek bir yana Moğol işgalcilerine karşı methiyeler
düzmekle meşguldüler.
Mevleviliğin halktan ve
özellikle Türkmenlerden kopuk oluşunun sebeplerinden birisi de bu tarikatın
insanlardan belli bir düzeyde istediği sanat ve inanç estetiğinin rolü idi.
Fakat daha önemli bir sebep vardı ki bunu Türkmenler affetmiyordu. Mevlana daha
sağ iken 13. Asır sonunda istilacı Moğollara karşı ailenin gösterdiği siyasi
esnekliği ve hatta desteğini Anadolu halkı yadırgıyordu. Moğol komutanlarına ve
valilerine gösterilen yakınlık, hak verir biçimdeki yaklaşım ve samimiyeti halk
affetmemiş, nesilden nesile bu olumsuz tutumu aktarmıştır. Hele Mevlana’nın
oğlu Sultan Veled’in Moğol emirleriyle olan ilişkisi ve göçebe Türkmenlere
karşı düşmanca tutumunu Konyalılar, Türkmenlere izah edememişlerdir. Bu durum,
Mevleviliğin ilerde hangi sınıf ve hangi güçlere dayanacağını gösteren
işaretlerdi. Halkla tekke arasındaki yabancılaşma o günlerde başlamıştır.
Mevlana’nın, Selçuklu
Devleti’nin büyük veziri Muiniddin Pervane’nin bir sorusu üzerine “Cengiz Han
ve ordusu bizim askerimizdir” dediği rivayet edilir. Oğlu Sultan Veled ise,
Anadolu’daki Moğol valisine “Beyimiz bizi unutma” nakaratlı kaside yazmış,
halka zulmettikleri tarih kitaplarında bile yazılı bazı Moğol komutanlarının
sevgi ve yakınlığını kazanmıştı. Türkmenler bu davranışlardan kuşkusuz
incinmiştir. Bunun getirdiği kopukluk ve zıtlaşma Mevleviliğin giderek bir
“Aristokrasi tarikatı” olmasıyla sosyal çevrede yerine oturmuştur.
Aslında Sünni bir İslam
bilgini olan Mevlana, nasıl olmuştur da Moğol istilası sırasında Anadolu
Türkmenlerinden tamamen ayrılıp Moğol işgalcilerine methiyeler düzen bir
tarikat liderine dönüşmüştür?
Bu konuyu anlamak için
bazı tarihi olayları irdelemek gerekir. Her şey Mevlana’nın Şemsi Tebrizi ile
1244 yılında buluşmasıyla tersine dönmüştür. Şems, geçmişte farklı kimliklerle
Suriye ve Anadolu topraklarında dolaşmış ve bu sebeple bölgeyi çok iyi bilen
birisidir. Ama Mevlana ile buluşması Hazar Denizinin güneyinde bulunan Alamut
yönetiminin talimatıyla olmuştur. Ondan yapılması istenen bir misyonerlik görevidir.
Zaten kendisi de bir Alamut prensidir. Bu nedenle de Şems-i Tebrizi Alamut
yönetiminin Moğol destekli siyasetinin gereği olarak Anadolu’da misyonerlik ve istihbarat
faaliyetiyle görevlendirilmiştir.
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî
ile karşılaştıktan sonra halkla tamamen alâkasını kesmiş, medresedeki
derslerini ve müridleri irşad etme işini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems
ile sohbet ederek geçirmeye başlamıştır. Bu durum müridlerin şeyhlerini
kendilerinden ayıran, kim olduğunu bilmedikleri Şems’e karşı kin beslemelerine
sebep olmuştur.
Şems’in Anadolu’ya ve
elbette Konya’ya geldiği dönemde Anadolu’da Moğol karşıtları ile Moğol
yandaşları arasında büyük bir çekişme vardı. Moğol karşıtlarının başını Anadolu
Ahilerinin de başı olan Ahi Evran ve etrafında topladığı Türkmenler çekiyordu. Bu
arada Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı da Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rum) adlı
örgütlenmesiyle bu mücadelenin içindeydi. Anadolu Türkmenleri, yurtlarını
işgale gelen Moğollara karşı korumaya çalışıyorlardı. Bu arada koyu bir Moğol
yanlısı olan Şemsi Tebrizi de çıkan çatışmalarda öldürülmüştü. Mevlana’nın
kendisine muhalif oğlu Alâeddin Çelebi’nin, babasını etkisi altına aldığına
inandığı Şemsi Tebrizi’nin öldürülmesinde payı vardı.
Anadolu Selçuklu Devleti de yıkıldığı için bu
karışıklığın olduğu dönemde Moğollar, kendilerine yakın ve sadık gördükleri 4.
Kılıçaslan’ı Anadolu Selçuklu Devleti’nin başına getirdiler. 4. Kılıçaslan büyük
kuvvetlerle Kırşehir’e yerleşmiş olan Moğol istilasına karşı olan Ahi Evran ve
taraftarlarına karşı büyük bir katliama girişti. Bu katliamda Ahi Evran ve
binlerce Türkmen öldürüldü. Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı, Hacı Bektaş-ı Veli’ye
sığındı. Katliamı yapan Kırşehir valisi Nureddin Caca Bey, aynı zamanda koyu
bir Mevlana müridi idi. Bu çatışmalarda babasında farklı düşünen ve
Türkmenlerle birlikte hareket eden Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi de
öldürülenler arasındaydı.
Gerek Mevlana’nın
gerekse Şemsi Tebrizi’nin sohbet meclislerinde Moğolların zulmünü ortaya
atanlara karşı tavırları sert olmuştur. Onların her ikisi de koyu Moğol
taraftarı idiler. Anadolu’daki Moğol zulmünü haklı göstermeye çalışıyorlardı.
İlginçtir, Mevlana’nın
Moğollardan yana olan tavrını çocukları ve torunları da sürdürmüştür. Menakıbül
Arifin (Ariflerin Menkıbeleri) adlı eserin yazarı Ahmet Eflaki, bununla ilgili
bir olayı şöyle anlatır; Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi, Moğolları
destekliyordu. Moğollarla mücadele halinde olan Karamanoğulları, Ulu Arif
Çelebi’ye niçin kendileri ile olmayıp Moğollardan yana olduklarını
sorduklarında “Biz dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın iradesine bağlıdır. O
iktidarı kime verirse biz de onun tarafını tutarız” demiştir.
Tarikatların, çoğu kez
gücün ve iktidarın yanında olduğunun en önemli kanıtlarından birisi bu durum
olsa gerek.
Mevlana’ya göre
Moğollar ve Cengiz Han, Tanrı’nın cezalandırıcılarıdır.
Mevlana, Moğol
yandaşlığının mükâfatını para desteği ile alır. Ayrıca Hülagü Han tarafından da
Şeyhi’ş Şuyuhu’r Rum (Anadolu Şeyhlerinin Şeyhi) olarak görevlendirilmiştir.
Sonuç olarak, Mevlana
ve taraftarlarının Ahi Teşkilatı ile Bacıyan-ı Rum örgütünü hedef almasının
arka planında Moğol işgali karşısında farklı tutum almaları yatmaktadır. Ahiler
ve Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rum) Moğollara direnirken Mevleviler ise
Moğollara koşulsuz biat etmekle kalmayıp Ahilerin ve Bacılar’ın tekke ve
medreselerinin kendilerine verilmesini talep etmişlerdir.
Mevlana’nın işgalci
Moğollara karşı böyle tutum içinde olması, kendisinden sonra gelecek olan
tarikat ve cemaatlerin en azından bir kısmının işgalci emperyalistlerle
işbirliği yapmalarının yolunu açmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı sonrası kimi
İslamcı çevrelerin “Keşke Yunan kazansaydı” sözlerini bu çerçevede
değerlendirmek gerekir.
Mevleviliğin müziği,
dili, edebiyatı, dansı, seması, sanatı, kasidesi pek ilgilendirmemiştir kırsal
kesimde yaşayan göçebe ve yarı göçebe Anadolu Türkmenlerini.
Anadolu Türkmenleri,
kendilerine yakın buldukları Yunus Emre’yi, başkentin, sarayların, okumuşların
gözdesi Mevlana ile karşılaştırmışlar, kendi dilleriyle konuşan Yunus’u onunla
boy ölçüştürmekten çekinmemişlerdir. Mevlana’ya şunu söyletirler Yunus Emre
için: “Manevi konakların hangisine vardıysam bu Türkmen kocasının izini önümde
buldum, onu geçemedim.”
Yine Türkmenler Yunus’a da şunu söyletmişlerdir Mevlana’ya bir buluşmalarında: “Mesneviyi çok uzun
yazmışsın. Ben olsam şu söze sığdırırdım hepsini: Ete kemiğe büründüm, Yunus
diye göründüm.”
Aslında Türkmenlerin
alaycı tavırlarıdır bu Mevlana için.
KAYNAK:
Mithat Baş-Ahmet Gürsoy, Ordu Yöresinde
Oğuz Boyları, Ankara 2008
Tevfik Karabulut, İslam’a Karşı İslam,
İstanbul 2021
TDV İslâm Ansiklopedisi, İslam Araştırma
Merkezi