Türkler ve Ermeniler
TÜRKLER
VE ERMENİLER
Tarihte
ulusların birbirleriyle ilişkilerine bakıldığında birçok faktörün bu ilişkilerin
şekillenmesinde rol oynadığı görülür. Bunlar; ekonomik çıkarlar, coğrafi
yakınlık, inanç sistemlerinin farklı olup olmayışı ve başka ülkelerin iki ülke
halkı üzerindeki etkileri olarak belirtilebilir.
Türkler ve
Ermenilerin ilişkileri 11. yüzyılda başlar. Ermeniler, Anadolu’nun, özellikle
de Doğu Anadolu’nun bir kısmında diğer kavimlerle birlikte yaşamakta olan bir
toplumdur. Türklerin Anadolu’ya girmelerine ve burada yurt tutmak istemelerine
önceleri direnmek istemişlerse de, Anadolu’daki diğer kavimler gibi onlar da
yoğun Türkmen göçünün önüne geçememişlerdir. 15. yüzyılda Anadolu artık
çoğunlukla Türk nüfusuna sahiptir.
Anadolu
beylikleri, Selçuklular ve Osmanlılar zamanında hem Ermeniler, hem de diğer
etnik unsurlar Anadolu’da uzun bir süre birlikte yaşayabilmişlerdir. Bu “sessiz
dönem” yüzyıllarca devam etmiştir. Bu dönemde sadece Türk kökenli Celali ve
Suhte isyanları görülmüştür. Bu isyanların temelinde de toprak mülkiyetine ve
siyasi baskılara itiraz ile dini inançların dayatılması yatar. Rumlar ve Ermenilerde ciddiye alınacak bir
başkaldırı yoktur. Hatta Osmanlılar, Ermeniler için “Sadık Millet” bile demişler,
yönetim kademelerinde özellikle Tanzimat’tan sonra çok sayıda Ermeni’ye görev
vermişlerdir.
1789 Fransız İhtilalı’ndan
sonra milliyetçiliğin gelişmesiyle birlikte birçok imparatorlukta, özellikle de
Osmanlı İmparatorluğu’nda çeşitli etnik gruplar “bağımsızlık” mücadelesine
girmişler ve kendi devletlerini kurmaya başlamışlardır. Halkların “birlikte
yaşayabilme” ihtimali, milliyetçi fikirlerin gelişmesiyle büyük oranda ortadan
kalkmıştır. 19. yüzyılda Ermenilerin bazı küçük isyanları olmuşsa da girift bir
şekilde iç içe yaşayan Türkler ve Ermeniler için o tarihlerde iki farklı
coğrafya bulunmadığından bağımsız bir Ermeni Devleti oluşamamıştır.
Türkiye’de
“Ermeni Meselesi” ya da “1915 Ermeni Tehciri” hakkında epeyce yazılar yazıldı. Kimi
zaman birbiriyle çelişen makaleler ve konuyla ilgili bildiriler okuyucuların
kafasını karıştırmaktan öteye bir anlam taşımadı. Konuyu etraflıca ve objektif
olarak öğrenmek isteyen okuyucular, bu yazılanlardan hangilerinin sağlam
verilere dayandığını bilmek istediler.
Bir gerçeğin
altına çizmekte fayda vardır. 1915 yılında yaşanan acı olaylar, 1944 yılından
itibaren Ermeni diasporası tarafından soykırım (genocide) olarak
dillendirilmeye başladı. O zamana kadar “Kıtal-mukatele” olarak dillendirilen
bu Osmanlıca ifade “karşılıklı vuruşanlar” anlamına gelmektedir.
Gerçek bir
dramdır 1915’te olup bitenler. Osmanlı’nın parçalandığı günlerdir. O yıllarda
İttihat ve Terakki ile Taşnak, kader birliği içinde canciğer kuruluşlardır. O kadar ki,
1908’de yapılan seçimlere Taşnak Partisi’nin adayları, İttihat Terakki
Partisi’nden katılırlar ve meclise 14 milletvekili gönderirler. Osmanlı
İmparatorluğu’nun geriye kalan bölümünde birlikte yaşanacaktır hesapça.
Emperyalizm
ise aynı fikirde değildir. Bu yüzden bu hesaplar tutmaz. Çarlık Rusyası’ndan ve
Avrupa’dan yollanan ajanlar, Anadolu’nun Ermeni yoğun bölgelerinde kışkırtma
tohumlarını saçmaya başlarlar.
Türkiye ise
1914 Ağustos’unda ilan edilen seferberliği müteakip 20-45 yaş arasındaki
insanlarını büyük savaşa göndermiş, birçok cephede savaşmaktadır. 15 Aralık
1914-10 Ocak 1915 tarihleri arasında Sarıkamış’ta büyük bir felakete maruz
kalmış, 60 bine yakın evladını bu savaşta kaybetmiştir. 1915 yılının ilk
aylarında Çanakkale’de de büyük savaşlar olmakta, 250 bine yakın Mehmetçik de
bu cephede zayiata uğramıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri Ruslar,
İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilmektedir. Bu işgalcilerin
kışkırttığı işbirlikçi Ermeniler düşmanla tam bir işbirliği içindedir.
Önce Balkan
Savaşlarıyla başlayan Osmanlı Devletinin bölüşülmesi süreci, batılı gelişmiş devletler
için I. Dünya Savaşı’yla bir amaç haline gelmiştir. İngiliz, Fransız, İtalya ve
Rus orduları her taraftan Osmanlı Devleti’ne karşı saldırı başlatmışlardır. Bu
saldırılar sırasında Osmanlı vatandaşları sayılan azınlık grupların büyük
çoğunluğu emperyalist güçlerle işbirliğine yönelmişlerdir.
Fransızların
Adana, Antep, Maraş ve Urfa’yı işgalleri sırasında Fransız ordusundaki
askerlerin büyük çoğunluğu Ermenilerdir. Aynı tarihlerde Osmanlı Ermenilerinin
isyanı ve Osmanlı topraklarını işgal eden Çarlık Rusyası’nın yanında savaşa
katılmaları, Osmanlı Devleti’nin bu topluma tehcir uygulamasının önemli
nedenlerinden biridir. Çok sonraları ülkeler arasında kabul edilen “Cenevre
sözleşmesi” bile tehcir uygulamasını “askeri gereklilik” olarak kabul etmiştir.
Ermeniler’in ‘Büyük Felaket’ (Medz Yeğern)
diye adlandırdıklardı acılı günler başlar.
Bu gerçek bir
dramdır. Çünkü Ermeni Toplumu, batılı araştırmacılar tarafından zamanında
‘Hıristiyan Türkler’ diye adlandırılacak kadar Türklere yakın ve daima iç içe olmuştur.
Bunlardan iki isim olayların daha iyi anlaşılması bakımından çok önemlidir. Dede Hamparsum Limonciyan Efendi (1768-1839) ve
Besteci Vartabed Gomidas (1869-1935)
Hamparsum
Efendi, Hıristiyan’dır. Aynı zamanda Mevlevi Dedesi’dir. Ortaçağ’da Ermeni
kiliselerinde kullanılan Khaz Sistemi’ne dayalı, Hamparsum Notası diye bilinen
bir notasyon geliştirerek Klasik Türk Müziği’nde kullanılmasını sağlamış;
böylece Türk Musîkisi eserlerinin kaydedilerek günümüze ulaşmalarında hayati
bir rol üstlenmiştir.
Gomidas ise
Anadolu’yu adım adım dolaşarak Türk-Kürt-Ermeni, 3 bin’den fazla halk şarkısı
derleyerek bugüne aktarımlarını sağlamıştır.
Ermenistan
yoksul bir ülkedir. Diyaspora’nın eline bakmaktadır. Diyaspora Ermenilerinin
ise halleri vakitleri yerindedir. Soykırım teraneleri, içki masasındaki
mezeleri haline gelmiştir.
Günümüzde
Türkiye’yi soykırımcı ilan etmeye çalışanların temel dayanağı da I. Dünya
Savaşı sırasında 1915 yılında yapılan Ermeni tehciridir. Tehcir soykırım
değildir. Farklı bir ülkenin toprağına sürgün de değildir. Bir olayın soykırım
sayılmasının çeşitli kriterleri vardır. Ermeni tehciri bu kriterlerin hiçbirine
uymadığı gibi, nedenleri iyi araştırıldığında da Ermenileri devamlı kışkırttığı
için altından Fransa’nın çıktığı görülür.
Konuya Uluç
Gürkan’ın Ermeni Sorununu Anlamak
adlı eserinden devam edelim:
“Tehcir
kararının meşru nedenlere dayandığı inkâr edilemez. Ermeniler, bazı Amerikan
misyonerlerinin raporlarının ortaya koyduğu gibi, tehcir kararından önce de ele
geçirdikleri köylerde zulümler yaptılar. Osmanlı topraklarını işgal eden
Rusya’yı kurtarıcı olarak gördüler ve onlara destek vermekle kalmayıp onların
safında çarpıştılar.
Fransız işgal
kuvvetlerinin çoğunluğunun Ermenilerden müteşekkil olması Osmanlı Hükümeti’ni
rahatsız etmiştir. Fransa ordusuna mensup Osmanlı vatandaşı Ermenilerin bölgede
yaptığı katliamlar da kanıtlarıyla ortadadır.”
Bu bağlamda,
bize unutturulmak istenen gerçek, I. Dünya Savaşı sonrasında çok sayıda İttihat
ve Terakki Partisi yöneticisinin “Ermenilerin toplu katliamı” suçlamasıyla üç
yıla yakın süre Malta’da tutulmuş ve Sevr Antlaşması hükümleri uyarınca
“soruşturma” kapsamına alınmış olmalarıdır. Bu soruşturmayı yürüten makam
Londra’daki İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’dır. Atanmış herhangi bir rütbeli
savcı değildir.
Son derece
iddialı ve kapsamlı bir soruşturma yapılmıştır. İşgal altında el koyulan
Osmanlı arşivinin yanında, İngiltere ve Amerika’da “Ermeni katliamı”
konularında bilgi, belge taranmış, ancak “bir hukuk mahkemesinde “geçerli sayılabilecek”
hiçbir kanıt bulamamış; “takipsizlik-kovuşturmaya yer olmadığı” hükmüne vararak
üç yıla yakın süre Malta’da tutulan İttihat ve Terakki yöneticilerinin serbest
bırakılmalarını sağlamıştır
İngiliz
Kraliyet Başsavcılığı’nın bu kararının, “Ermeni soykırımı” iddialarını kökten
çürüten hukuki sonuçları olduğu inkâr edilemez. Malta’daki bu yargı süreci,
Yahudi Soykırımı yargılamasının yapıldığı Nürnberg Mahkemesi ile benzer
uluslararası hukuk kurgusunda gerçekleşmiştir.
Bu konuda bir
de Mondros Mütarekesi’yle başlayan işgal döneminde iktidara gelen Hürriyet ve
İtilaf hükümetleri tarafından İngilizlerin baskısıyla kurdurulan askeri
mahkemelerin yaptığı yargılamalar vardır.
Bu mahkemeler hakkında İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe,
1 Ağustos 1919’da Londra’ya gönderdiği raporda “Mahkeme süreci, hem bizim hem
de Türk Hükümeti’nin itibarını zedeleyen bir maskaralığa dönüşmüştür”
değerlendirmesini yapmıştır.
Kuşkusuz
tehcir acı bir olaydır. Bu acı olayı tek taraflı olarak kullanmak, tarihin
tekzip ettiği bir kurnazlıktır. Hem Türklerin, hem de Ermenilerin çektiği
acılara saygısızlıktır.
Tarihi
belgelerden korkan kalemler, 1912-1922 yılları arasında Anadolu ve Balkanlarda
yok olan Türklerin ve diğer Müslüman unsurlara ait kayıpların dökümünü bile
yapmamışlardır.
Acı, tek
taraflı değildir. Halkların kültürel kimliklerine saygı duyulur. Buna en fazla da Osmanlı Devleti saygı göstermiştir. Ancak, tarih de, önyargıyla hareket eden yönlendirilmiş parlamentolar ve emperyalizmin kukla kalemleri tarafından
yazılamaz.
1 yorum
Eline sağlık babacığım. Türk-Ermeni ilişkilerini çok güzel özetlemiş olduğun bu makalenin bana ve diğer okuyucularına fayda sağladığını; son paragrafın ise her Türkiye vatandaşının konuya ilişkin değerlendirmelerine mihenk taşı olması gerektiğini düşünüyorum. Sevgiler Yıldız
YanıtlaSil