İstiklal Harbi Yıllarında Ordu
Ülkemizde anılarını yazmak ve
gelecek kuşaklara bırakmak gibi bir gelenek ne yazık ki çok seyrek
görülmektedir. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ordu ve yöresinde olup bitenlerle
ilgili o yıllarda Ordu ve Ordu’ya bağlı kaza ve nahiyelerde görev yapmış
Hüseyin Fevzi Güvemli’nin anılarını çok önemli buldum. O yılları yalın bir
dille ve olduğu gibi anlatmaya çalışmış. Onu biraz tanıyalım.
Hüseyin Fevzi Güvemli 1903
yılında Burhaniye’de doğmuştur. Babası Osman Efendi’nin 1877 Harbi sonrasında
Bulgaristan’da İslimye’den göç ettiği anlaşılmaktadır. Fevzi Güvemli’nin iki
ağabeyi Sarıkamış ve Yemen’de şehit olmuştur. Sağ kalan ağabeyi Ali Sabit
Güvemli Ordu’da tapu müdürü olarak çalışmıştır. Babasının ölümünden sonra Balkan
Harbi yıllarında ağabeyi Ali Sabit Güvemli’nin yanına Ordu’ya göçmüştür. Ablası
da kendisiyle birlikte Ordu’ya gelmiş ve Ordu’da Yörükoğlu ailesine gelin
gitmiştir.
Hüseyin Fevzi Güvemli Ordu
İdadisini bitirmiş ve devlet memuru olmuştur. Ordu Fatsa’da tahrirat kâtipliği,
Kumru. Bolaman, Ulubey, Uzunisa, Aybastı, Kabadüz, Tekkiraz ve Akkuş’ta nahiye
müdürü olarak çalışmıştır. Yaşamı boyunca hep Cumhuriyetçi ve Atatürkçü
kalmıştır.
Hüseyin Fevzi Güvemli, mesleğinin
yanı sıra hikâye ve roman türünde edebiyat çalışmaları yapmış, anılarını
yazmıştır. O yıllardan kalan çok değerli birkaç anıdan birisi olan ve aşağıda belirtilen
“Ordu’da İstiklal Harbi Yılları” adını verdiği anılarından bir kısmını
okuyucuyla paylaşıyorum.
***
Milis örgütü ve çeteler
1920-21 yılları içinde kasabada
bir milis güvenlik kıtası kuruldu. Tüfek ve cephaneyi askerlik şubesi verdi.
Eğitimi, beden eğitimi öğretmeni Mücellit Hafız Ahmet Efendi yaptırıyordu.
Civil Irmağı dolaylarında atış eğitimleri yaptık bir süre. Bana verilen Rus
tüfeği hemen hemen boyumu aşıyordu.
Geceleri kasabanın gerekli
yerlerinde nöbet tutuyorduk. Kime karşı? Kesin bir şey diyemem şimdi de; o
zaman da pek bir şey bildiğimiz yoktu. Yunanlıların denizden asker
çıkarmasından mı korkuyorduk. Sanmam. O halde geriye haydutlar kalıyordu.
Ah bu haydutlar! Beşi onu bir
araya geliyor, kasıp kavuruyordu ortalığı; soyuyorlar, yakıyorlar ve çok kez de
öldürüyorlardı. Savunmasız kadınların ırzına geçiyorlardı. Çoğunluk asker
kaçaklarıydı. İşi haydutluğa dökmüşlerdi. Karşılarında güçlü bir direnç
görmeyince azıttılar.
O sıralarda Rizeli korsanlar kol
geziyordu Karadeniz'de.
Bir güz sabahıydı. Haydut dolu
iki motor yanaştı iskeleye. Osmanlı Bankası'nı, Rum ve Ermeni evlerinden bir
kısmını soydular, mağazaları talan ettiler. Aba zıpkalıydılar, uzun konçlu
meslerinin altında kabara çakılı çapulaları, başlarında kulaktan kıvrım kıvrım
burulu siyah ve lacivert kumaştan başlıkları vardı.
İşte biz milisler, bu belaları
kasabaya sokmayacak, gireni de haklayacaktık! Ancak, doğuda ve batıda kurulan
cepheler güçlenip güneyde silahlanan halk kuvvetleri de Fransız ve İtalyan
istilacılarının burnunu kırmaya başladıktan sonra, Ordu dağlarında ferman
yürüten eşkıya çeteleri birer birer teslim olmaya başladılar.
Bu teslim olma işi karşılıklı
anlaşma ile oluyordu. Çete efradının haydutluktan vazgeçmelerine karşılık,
Hükümet de onları silahlarıyla serbest bırakıyordu.
Bu teslim olma işi de törenle
gerçekleşiyordu, falanca çetenin teslim olacağı haberi bir kaç gün önceden
çalkalanmaya başlıyordu kasabada. Civil Irmağının kasaba yönündeki deniz
kenarında, geniş plajda düzenleniyordu tören. İyi cins çuhadan aba, zıpka ve
başlıklarıyla kendilerine çeki düzen vermiş olan çete, göğüslerinde armalar,
bellerinde iri, gümüş kama ve torbalar, kucaklarında tüfekleri, gümüş köstek ve
hamayılları ile bıyıklarını burarak fotoğrafçının karşısında poz veriyorlardı.
Bu sırada davul-zurna en neşeli havaları çalıyordu. Böylece bir şenlik havası
sarıyordu ortalığı. Karşıdan jandarma kumandanı maiyetiyle birlikte gelirken,
çete ayakta ve safta bekliyordu. Çete başı, kumandana doğru ilerliyor ve önünde
eğiliyordu.
Ben Abulhayır (Gülyalı)
dolaylarının ünlü çetesi Topuzoğlu ve ayaktaşlarının tesliminde bulundum. Daha
sonraları Meletlioğlu ve Soytarıoğlu çeteleri de teslim oldular.
Ancak bu çete (Soytarıoğlu)
kendini güvende hissetmediği için yine dağlara çıktı. Bu çetenin bir başka
niteliği daha vardır ki üzerinde durmaya değer:
Soytarıoğlu İsmail Ağa, köyü olan
Ramadan'da bekçilik yapardı. Gürcü eşkıyaları bu arada Ramadan köyüne de
çullanıyorlar, yapmadık rezalet bırakmıyorlardı. Hele, kocaları askerde olan
kadınların ırzına saldırmaları pek güce gidiyordu. İsmail Ağa, köyün namusunu
temizlemek gerekçesiyle dağa çıkmıştı. Pek de azılı oldu sonradan. Rivayetlere
göre, eline geçirdiğine "Fındık de bakayım" diyormuş. Yanıt: "Fındık"
ise, kurtuldun; yok, "Finduk" dedinse öldürüyor ya da ölümden beter
ediyormuş. Hükümet güçleri ile bir kaç kez çatıştılar. Bir aralık
Şebinkarahisar Mutasarrıflığı'nı bile ele geçirmişlerdi. Sonunda Yıldırım
Taburu'nun sıkı takipleri neticesinde yenildi. Ordu'ya atın çıplak sırtından
sarkan bir ceset halinde getirildi. Bu macera, o zamanların, karakteristik
havasındandı ve olağan bir parçasıydı, böylece de sona erdi.
Pontus devleti hülyasının
gerçekleşmesini bekleyen Rumların güleç yüzlerine 1920 yılında gölgeler düşmeye
başladı. 1921 yılında ise, düşünceli ve kaygılıydılar. Metropolit, kasabadan
ayrılmış ve bir yıl geçmesine karşı dönmemişti. Bir gün limana gelen vapurda
Metropolit'in de bulunduğu, ancak Hükümet'in dışarı çıkmasına izin vermediği
haberi dalgalandı. Bu olay şaşkına döndürdü onları. Ordumuzun Sakarya
Zaferi'nden sonra, süngüleri büsbütün düştü, ürkekleştiler. Üstelik bir de
Osman Ağa korkuları vardı...
Osman Ağa, Giresunludur.
Mütarekenin karanlık yıllarında, hükümetin güçsüz kaldığı günlerde sivrilmişti
ve Rumlara musallat olmuştu. Korkutarak, öldürerek değerli mallarına, fındık
bahçelerine el koyuyordu. Bu işi Samsun'a kadar genişletti, çoğaldı, bölükler
kurdu. Rumları yağlı iple boğduruyordu. Kısacası, bir millî kahraman kimliğine
bürünmüştü. Rivayetlere göre, Gülnihal vapurunun kazanlarına iki Rum'u attığı
söylenirdi. Daha sonraları Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey'i nasıl öldürdüğünü ve
bu yüzden de kendisinin nasıl öldürüldüğünü buna ait yazılan eserlerden
öğrenmek mümkündür. İşte bu Osman Ağa, Ordu Rumlarının gece rüyalarına giren
bir fobiydi.
Ordu'da bir de Ziya Bey vardı.
Rumları korurdu. Bu kişinin de bir hayli silahlı adamı vardı. Çürüksulu Ali
Paşa'nın oğlu olan bu kişi, Birinci Cihan Savaşı'nda Rus cephesinde bir milis
taburuna kumanda etmişti. Soylu bir Gürcü'ydü Ziya Bey. Son derece cömert ve
iyi yürekliydi. Elindekini tutmasını beceremedi, hayatının son yılları
yoksulluk içinde geçti bu yüzden. Ben çok kez sofrasında bulundum. Ziya Bey,
Ordu'da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanlığı da yaptı. Dönemin tipik insanlarından
Hazinedar zade Mustafa Bey'den söz etmemek eksiklik olur.Topal Osman fobisinin gerçekleşmesine
bu zatın da engel olduğu iddia edilebilir.
Cüce Mustafa Bey, Ordu, Bolaman,
Ünye'de kolları olan Hazinedar ailesindendir. Özelliği şurada; bir metreyi zor
bulan boyuna rağmen nüfuzlu ve saygı gören bir adamdı. En nazik zamanlarda
Ordu'nun Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Başkanlığı'nı yapmış olması, bunun en kesin
kanıtıdır. Benim tanıdığım zamanlarda
saçları ağarmıştı. Mavi gözlü, kırmızı yüzlüydü. Onurunu koruyan davranışlarını
hiç bırakmazdı. Çok kısa mesafeleri küçücük bastonuna yaslanarak paytak paytak
yürür, yol daha uzaksa ya bir ata ya da birinin sırtına binerdi.
Mustafa Bey'in Sürmeneli Mikdat
adında bir adamı vardı. İri yarı bir adamdı ve halk şairi olarak tanınmıştı. Mustafa
Bey'i kolayca omuzlayıp götürüyordu istenilen yere. Cüce Mustafa Bey, onu içki
sofralarında da yanından ayırmazdı. Kemençesi, türküleri hoşa giderdi. Herkesin
haline uygun maniler söylemekte ustaydı Mikdat.
Dönemin ilginç kişilerinden biri
de İstinaf Müddeiumumîsiydi (Savcı). Kır düşmüş kısa sakallı, miyop olduğu için
gözlük kullanan Trabzonlu bir zattı Temel Bey. Mektepli değildi ama mesleğinde
bilgiliydi. Bu Temel Bey'in de Topal Osman fobisinin yıkılmasıyla ilgili
davranışları olmuştur.
Birkaç gündür, Osman Ağa
kuvvetlerinin Giresun'dan hareket ettiği haberleri yayılmıştı memlekete.
Akşamüzeriydi. Biz gençlerin salonunun önü ve içi eşraf, memur ve halkla
dolmuştu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Olası bir saldırı karşısında alınacak
tedbirler tartışılıyordu. Çoğunluk olumsuz bir etkiye kapılmıştı. Hükümetin
gerektiği kadar ilgilenmediğini ileri sürerek, halkın kendisini savunmasını
istiyorlardı. Oysa bu tez, aşırı ve tehlikeli olaylara yol açabilirdi. Eli
silahlı, kontrolden uzak bir kalabalığın Rumları ve dolayısıyla kasabayı
korumak davası altında, kişisel ve duygusal maceralara girişmeyeceğini kim
garanti edebilirdi.
Ama halk, her an artan bir
heyecanla, başlarının çaresine bakacaklarını bağırmaya başlamıştı. İşte o zaman
Temel Bey atıldı ileriye: "Bana bakın, böyle bir hareket delilik olur.
Şayialar da yalandır. Sonra, unutmayın ki, bu memlekette bir devlet ve bir
hükümet vardır. Ben, kanunların uygulanmasına memur edilmişim. Kanuna aykırı en
küçük bir davranışı şiddetle cezalandıracağım. Bunu iyice bilin." Sesi
gür, ifadesi kesindi. Yatıştı halk ve yavaş yavaş dağıldılar.
Ve Büyük Zafer
1922 yılı Eylül ayının ilk
günleri...
Uyandığım zaman, güneş doğalı çok
olmamıştı. Uzaktan silah sesleri belirdi. Kulak verdim; evet, silah
atıyorlardı. Derken, gittikçe çoğalıp yayılmaya başladı. Düğün değildi, bayram
değildi; gene neler oluyordu acaba? Hapishaneden kaçanlar var desem, silah
seslerinin o zaman daha yakından gelmesi gerekirdi. Bu o zamanlar olağan bir
şeydi. Sık sık hapishanenin bilmem neresinden bir delik açılır ve ya kaçılır ya
da vurulunurdu. Bir keresinde haftalarca çalışarak bir tünel açmıştı mahpuslar,
savuşmuşlardı oradan. Ama bu seferki öyle mahpus-jandarma oyununa benzemiyordu.
Kalktım, balkona çıktım. Komşu
evlerin pencerelerinden meraklı ve kuşkulu başlar uzanıyordu. Silah sesleri
çarşı tarafından geliyordu. Gittikçe yaklaşıyordu. Derken tüm mahalleye
yayıldı.
Nasıl oldu bilmiyorum; haber
birden patladı mahallede, bir bomba gibi: Yunanlılar yenilmişler!
Başkumandanları tutsak alınmış, perişan bir halde kaçıyorlarmış. Bu, öylesine
büyük ve öylesine sevinçli bir haberdi ki kolayca inanılmazdı. Ama işte
silahlar durmadan atılıyordu. Ayağına pantolonunu geçiren, elinde ceketi,
koşuyordu çarşıya doğru. Halkta ne de çok silah varmış. Tüfekler, türlü
tabancalar ve hatta av çifteleri... Ben de tekli kırmayı kaptım, ne kadar dolu
fişek varsa sıktım havaya. Çabuk tükendi. O zaman ağabeyim, "Haydi
tabancayı dene" dedi.
Giyindim, çarşıya koştum. Bizim
evden çarşıya giden yol, Rumların en yoğun oldukları sokaktan geçiyordu;
kimseler yoktu ortalıkta. Kapılar, pencereler sımsıkı kapalıydı.
Çarşı ise bir âlemdi... Gülenler,
ağlayanlar, kucaklaşanlar... Hep birden konuşan heyecanlı gruplar...
Kahvehanelerin içi dışı tıklım tıklım insan dolu. "Uşak'ı da aldık... Kütahya'yı
da aldık... Ordu, İzmir'e girecek... Bursa'nın alınması gün meselesi..."
bağırışları ortalığı tutuyordu.
Yakın köylerden kasabaya akın
başladı. Bir kahvede masaya Anadolu haritası serilmiş, herkes bilgisini satmaya
çalışıyor başında.
Öğleye doğru eve döndüm. Birde ne
göreyim, bizim ev Rumlarla dolmuş. Panik hali geçmişti ama korkudan saçma sapan
konuşuyorlardı. Annem onları yatıştırmaya çalışıyordu.
Eve girince bakışlar bana
çevrildi. Gülümsedim onlara. "Korkacak bir şey yok" dedim.
"Hiçbir kötülük gelmez size, biz Yunanlılarla dövüşüyoruz!"
Bir süre sustular, sonra dilleri
çözüldü birden; soru yağmuruna tuttular. Ben konuştukça yürekleri ferahlıyordu.
Durum da beni haklı çıkarmaktaydı. Saatler geçmiş, değil bir saldırıya, kötü
bir söze bile muhatap olmamışlardı. Türk'ün asil ruhundan başka ne beklenirdi
zaten.
Sevinç çığlığı bir kaç gün sürdü.
İzmir'in alındığı gece fener alayı düzenlendi, çıralar yakılarak. O günler
annemin duvardaki harita başında gözlüklerini takmış, alınan haberleri izlemesi
hâlâ gözümün önündedir. Sonunda beklediği haber de geldi; Burhaniye de
alınmıştı.
Hey gidi günler hey! Şimdiki
gençlik, o günlerin gençliğinin his dünyasını kolayca anlayamaz sanırım. Biz,
Mustafa Kemal ve Kuvay-ı Milliye delikanlıları, o günlerin yarı karanlık
havasını saran, kaygıyla umut karışımı duygularla ağırlaşan atmosferin yerini,
birden gönülleri sevinçle uçuran yeniliğe bıraktığı o mutlu coşkunluğu bugün de
aynen duymaktayım!
Zafer çok büyüktü. Yalnız
yurdumuzu değil, özgürlüğümüz ve kendimize güvenimizi de kazanmıştık.
Siyasette, sanatta ve ekonomide özgür olmak ne güzel şeydi! Her türlü yabancı
müdahaleden kurtulup başımıza buyruk olmak; bunun değerini o yılların nesli
bilirdi.
Bir süre sonra mübadele, yani
değişim yaşandı. Bu mübadeleye göre Yunanistan bize içlerindeki Türk halkını,
biz de içimizdeki Rumları verecektik. Ordu'dan 20.000'den fazla Rum gitti
Yunanistan'a. Duyduğumuza göre, önceleri yadırgamışlar yeni yurtlarını;
eskilerle yeniler bir süre ısınamamışlar birbirlerine. Mübadelenin ilk yıllarında
Türkiye'ye mektupları geliyordu. Dert yanıyorlardı buradaki ahbaplarına. Sıla
hasretini şöyle dile getiriyorlardı: "Ah vedan!" Türkiye hâlâ
vatanlarıydı.
Onların Türkiye'den ayrılması,
önemli toplumsal sorunlar çıkarıyordu ortaya. Ticaret hayatındaki genel gidişi
kim yönetecekti şimdi? Tüm küçük zanaatlar Rumların elindeydi. Ama hayır, hiç
de öyle olmadı. Ticaret de zanaat da çok kısa sürede gelişti Türklerin elinde.
Burada Öteden beri zihnimi kurcalayan
bir konuyu açmak isterim. Bizden ayrılan Rumlar, gerek vücut yapısı ve gerek
karakter yapısı bakımından bir Grek'ten çok, biz Türklere yakındılar. Ne var ki
din ayırmıştı bu iki yurttaşı. Ortodoksluk dünyasının koruyuculuğunu üzerine
alan Rusya, Türkler aleyhinde bir yardımcı niteliği de buldu onlarda. Bu
azınlığı bağımsızlık rüyalarına sürükledi, silahlandırdı alttan alta. Öyle ki
her kilise bir siyaset ocağı ve silah deposu haline geldi. Ve sonunda olanlar
bu çalışkan ve iyi insanların başına oldu!
Kaynak: “Bir Zamanlar Ordu”
H.Fevzi Güvemli’nin Anıları
Orsev yayınları (İbrahim
Dizman Derlemesi)
0 yorum