Ortadoğu Bataklığı
Nisan 18, 2019 Mithat Baş Tarih Araştırmaları 0 Yorum Kategori : Mithat Baş tarih araştırmaları , ordu tarihi , savaş , tarih , Türk kültürü
Okuyan
ve çevresiyle ilgilenen her Türk aydını başlıktaki ifadeyi duymuştur. Bizler,
Osmanlı İmparatorluğunun varisi bir devletin fertleriyiz. Bir imparatorluğun
çökmesi sonucu atalarımız onun küllerinden “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni
kurmuşlar. Kuşkusuz imparatorluğumuz çökerken birçok cephede askerlerimiz
çarpışmış, bu cephelerde kan dökmüş, büyük bir çoğunluğu da şehit düşmüştür.
Benim akranlarım, dönebilen askerlerimizin anılarını dinleyerek yetişen bir
kuşağın çocuklarıdır.
Çanakkale,
Kafkasya, Balkanlar, Galiçya, Irak,
Mısır, Suriye bu cephelerden bazıları. Çok farklı etnik grupla da savaşmışız.
Ruslar, Yunanlılar, İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar ve bu ülkelerin
bazılarının sömürgelerinden getirdikleri farklı deri rengine sahip çok çeşitli
insanlar. Savaştan dönen gazilerimiz, ne Rusya’nın soğuk steplerinden ve iri
yapılı askerlerinden, ne Fransızların Ermenileri kullanmasından ve
kışkırtmasından, ne de İngilizlerin getirdikleri envai çeşit renkteki askerden
şikâyetçi oldular. Gazilerimizin tek şikâyetleri “Ortadoğu bataklığı” olarak
belirttikleri Arap toprakları idi. Buradaki halklarla, yani Arap aşiretleriyle
Osmanlı Devleti’nin bir sorunu yoktu. Savaşı da olamazdı. Çünkü bu halklar,
devletin bizzat vatandaşlarıydı.
Gazilerimizi
bu kanıya vardıran sebep düşmanın kurşunu değil, Ortadoğu’da yurtlarını
kurtarmaya gittikleri Arapların onları sırtından vurmalarıydı.
Birinci
Dünya Savaşı'nda İngilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir
kısmı da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare
Kampı'na hapsedildi. Kampın tam adı, "Seydibesir Kuveysna Osmanlı Useray-i
Harbiye Kampı" idi. Bu kampta, 1918'de Filistin cephesinde esir düşen 16.
Tümen'in 48. Alayı'na bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu.
Savaş
bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri
teslim etmek, İngilizlerin işine gelmiyordu. Çünkü olası yeni bir savaşta, bu
askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.
Askerlerimiz,
mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak
suya normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmıştı.
Mehmetçik,
daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyorlardı. Ancak
İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin
vermiyorlardı.
Bu
vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve
Şeref Beyler bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak
15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz
tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması için TBMM'nin
teşebbüse geçmesini istediler. Tabii ki yeni kurulan devletin bin türlü sorunu
vardı. Bu hesap sorma işi de unutuldu gitti.
Ankara
Milletvekili Sinan Aygün’ün 08.10.2012
tarihli TBMM Başkanlığına milli Savunma Bakanı tarafından konuyla ilgili
verilen soru önergesinden de bir sonuç çıktığı konusunda yazılı ve görsel
basında bir habere rastlamadım.
Ortadoğu
bataklığı ile ilgili 7 yıl Yemen’de kalan büyük dedemin anılarına yetişemedim.
Ancak bu konuda çok anı dinledim. En ilginçlerinden birisini Ordulu bir
tanığımızın anılarından okudum.
Perşembeli
Halis Güler Babinoğlu. İşte anılarından bir bölüm:
“Biz
de Kafkasların soğuğundan Arabistan’ın çöl sıcaklığına gelmiştik. En büyük
ihtiyacımız içecek su oluyordu. Zaman zaman su bulmakta zorluk çekiyorduk.
Ayrıca aldığımız malumata göre Lawrence adında bir İngiliz casusu tüm bedevi
köylerini dolaşarak aleyhimizde her türlü girişimleri yapıyor ve Müslüman
kisvesine bürünen o kişi, bedevileri üstümüze kışkırtıyordu…
Osmanlı
İmparatorluğu altın para bulmakta güçlük çekince tedavüle banknot para
sürüyordu. Bu duruma da Arap şeyhler karşı çıkıyor, “Biz Müslüman’ız, altın
paradan başka parayla askere malzeme vermeyiz” diyorlardı. Durum padişaha
iletiliyor, banknot paraya karşı çıkan kim olursa divan-ı harbe verileceği
belirtiliyordu. Karşı çıkma devam ettiği için ders olsun diye evvela bir şeyh
idam edildi. Altın para ile iş yapamayacağını anlayan Araplar, Osmanlı
İmparatorluğu’ndan silah talep etmeye başladılar. “Bize silah verin, biz de
Osmanlı saflarında İngilizlere karşı savaşalım” dediler. Ordu komutanı durumu
çekmiş olduğu telgrafın altına kendi görüşünü de yazıyordu. Arapların bu
isteklerinde samimi olmadıklarını ve Osmanlı ordusuna yardım edeceklerine
inanmadığını belirtiyordu. Bunları asker arasındaki söyleşilerde duyuyorduk.
Telgraf padişaha iletiliyor, gelen emirde Arapların da silahlandırılması
isteniyordu. Bunun üzerine şeyhler davet edildi ve Araplara silah dağıtıldı.
Bu
arada biz de Mekke’ye vardık. Hep beraber Mekke camilerinde namazımızı kıldık.
Daha sonra da İngilizlerin bulunduğu mıntıkaya doğru harekete geçtik. Artık hep
birlikte savaşarak İngilizleri geldiklerine pişman edecektik. Bu sevincimiz iki
gün sürdü. İngilizler öyle bir saldırıya geçtiler ki siperlerde bulunan
askerlerin hemen hemen yarısı şehit düştü. Biz de henüz siperlere girmemiş,
yakın mesafede duruyorduk. Baktık ki geriye çekilmeye başlandı. Direnerek geri
çekilmeye başladık. Biz çekiliyoruz ama etrafımıza bakıyoruz, bize karşı
olanlar İngilizler değil, Araplar. Bu nasıl oluyor diye raporlar gelmeye
başlayınca durum anlaşılıyor. Mekke Şerifi Hüseyin, Arap halkına: “Dönün terse,
haydi bakalım Osmanlı ordusunu memleketimizden dışarı çıkaracağız” diye emir
veriyor ve bize karşı cihat çağrısı yapıyordu. Hâlbuki biz halife ordusu idik.
Bu durum kendisini eletiliyor. Verdiği cevap: “Halifelik yalnızca Kureyş
kabilesine hastır. Biz Osmanlıların halifeliğini tanımıyoruz” şeklinde
oluyordu. Biz nereye gitmiş isek, Osmanlı ordusunun verdiği silahlarla bize
karşı savaşıyorlardı. Hangi tarafa hareket etsek, karşımızda Arap bedevileri ve
İngilizler vardı. ilk ileri hareketimizi Irak istikametine doğru yaptık. Fakat
çok şiddetli bir karşı harekâtla karşılaştık. Yönümüzü Suriye istikametine
çevirdiğimizde birkaç gün herhangi bir hareketle karşılaşmadık ama bu uzun
sürmedi. O yolların da tutulduğunu anladık. Osmanlı askere o mıntıkalardan da
çekilmişti. Kumandanlarımız, artık çekilme yönümüzün sadece Sina Çölü’nü geçmek
ve Akdeniz’e ulaşmak olduğunu söylediler. Bu tek yolu denemekten başka çaremiz
kalmamıştı.
Hareketimiz
Sina Çölü üzerinden başladı. Fakat her ilerlememizde yanlarımızdan ve önümüzden
Arapların çıkması ve onlara karşı silah kullanmak mecburiyetinde kalışımız
bizleri fazlasıyla üzüyordu. Fakat yapacak bir şey de yoktu. Muharebeler devam
ediyor ve karşımıza çıkan Arapları esir alıyorduk. Esirlerden edindiğimiz
bilgiler tüyler ürperticiydi. Meğer Araplara: “Türk askerleri altın paraları
yuttular. Hepsinin midelerinde altın var. Yakaladığınız zaman karınlarını yarıp
midelerinden alın” diye söylenmiş. Araplara esir düşen askerlerimizin başına
gelenleri duymak bile istemiyorduk. Artık bizim buralarda tutunmamızın imkânsız
olduğunu anlamıştık. Kutsal toprakları Hıristiyanlardan korumak için gelen
Osmanlı halife ordusunun Müslüman Araplar tarafından altın para için bıçaklarla
midelerinin yarılması bizi kahrediyordu. Aynı zamanda ikiyüzbin kişilik bir
ordunun Sina Çölü’nde açlık, susuzluk, hastalık gibi durumlarla mücadele
ederken Arapların atışları sonucu ölen arkadaşlarımız Sina Çölü’nün kumlarına
gömerek yolumuza devam ediyoruz. Aradan birkaç gün geçtikten sonra sabaha karşı
İngilizler uçakları yüksekten bize bomba yağdırmaya başladılar. Askerlik
dönemimde ilk defa uçak saldırına uğruyordum. Etrafımızda yine genç cesetler,
bir taraftan gidiyorlar, diğer taraftan geliyorlardı. (Ölen askerlerin yerine
yenilerinin geldiğini söylemiş olmalı. M.B.) Bizim elimizdeki bazı silahlar
uçaklara karşı etkili olduğu için konvoya pek yanaşamıyorlar, çoğu bombalar
boşa gidiyordu. Artık hayatla yaşam arasındaki mücadelemiz, yani ölüm kalım
mücadelemiz devam ediyordu.”…
Ne
diyeyim. Son günlerde savaş tamtamları çalanların kulakları çınlasın. Tarihten
ders almayanlara en büyük dersi yine tarih verecektir. Ne demiş Mehmet Akif Ersoy;
“Geçmişten adam hisse
kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım
hisse mi verdi?
“Tarih”i tekerrür diye
ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür
mü ederdi?”