Ordu Yöresi Efsaneleri
Efsaneler, toplumların nesilden nesile aktarılan önemli kültürel özelliklerinden biridir. Halkın geçmişte yaşadığı olayların zaman içinde değişime uğrayarak, fakat verdiği toplumsal mesajı da perçinleyerek anlatan ve aktaran bir tür masallaşmış öykülerdir.
Efsaneler, olayın geçtiği yöredeki yerleşim birimlerinin ortak kültürüdür. Bu nedenle efsane derlemelerinde en az altı yerleşimde yaşayan insanların efsane hakkında anlattıklarının ortak yanları esas alınır. Aşağıda Ordu yöresinde yaygın olarak söylenen efsanelerden bazıları ele alınmıştır.
UZUN KIZLAR
EFSANESİ
Yüzlerce yıl
önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarmış. Bu kardeşler kış mevsiminde
yörenin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda
yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunu ve yüzlerce atı
varmış. Aileleri de kalabalıkmış.
Karababa,
Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş çanlı kelekli koyun sürüleri ve yağız
atlarıyla mutlu bir şekilde yaşarlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu
çıkagelmiş. O yüzyıllarda Ordu yöresi yaylaları Türkmen beyleri ile Pontus Rum
Devleti arasında zaten sürekli el değiştiriyormuş. Düşmanın gelmesiyle
Türkmenlerin bu yaylalardaki mutlu yaşamları da sona ermiş. Sona ermiş ama
Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan
ama yiğitçe bir mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler
savundukları tepelerde daha fazla dayanamayıp aileleriyle birlikte şehit
düşmüşler.
Üçüncü
ve en kuvvetli olan kardeşin askeri daha çokmuş. Onun için de bu kardeşin
bulunduğu tepeye “Eriçok Tepesi” denmiş. Eriçok Tepesi müstahkem bir kalenin
bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Türkmenlerin
tepenin aşağı yamaçlarında obaları varmış. Düşman gelince obadakiler topluca
kaleye sığınmışlar. Düşman Eriçok tepesini de kuşatmış. Tepenin
üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak
alamayacaklarını anlayınca beklemeye başlamışlar.
Kalede
yiyecek ve su bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz
kalamayacaklarını anlayınca Eriçok Tepesinin yakınlarında bulunan Kümbet
Çeşmesine su getirmeleri için oniki savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler.
Kızlar çeşmeden suyu doldurmuşlar, savaşçılar da kendilerine saldıran düşmanla
mücadeleye başlamışlar. Oniki savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok Tepesine
hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? Oniki yiğidi şehit ettikten sonra
kızların peşine düşmüşler.
İki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar, fakat düşman
atlıları da peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde hisseden
kızların başka çareleri kalmamış:
“Allah’ım”
demişler... “Bizi düşmanın eline teslim etme... Yeri yar da yerin dibine
girelim... Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir...”
Yüce
Tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onları toprak
bağrına basmış. Kızların öyle uzun öyle güzel saçları varmış ki, saçlarının bir
kısmı dışarıda bile kalmış.
Uzun
bir mücadeleden sonra Eriçok Tepesi de düşmüş.
Yerin
yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama, uzun kızların mezarları ve Eriçok
Tepesindeki yüzlerce mezar bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde,
efsaneyi bilenler ister istemez ürpermektedir.
Her üç tepede de; Yani Eriçok, Karababa
ve Karaaslan Tepelerinde bu mübarek zatların mezarları olduğu bilinmekte ve
çevrede yaşayan köylülerin adaklarını kestikleri “ziyaretler” olarak
kutsallıklarını devam ettirmektedirler.
Derleyen: Mithat Baş
VADE YELİ EFSANESİ
Gölköy’ün “Habsamana” adıyla anıldığı çok eski devirlerde, Müslümanlarla Ermeniler yan
yana yaşamaktaymışlar. Yer yurt Müslümanların, fakat para, zenginlik ve servet
Hıristiyanların elindeymiş.
Civarda Müslüman bir bey varmış. Eli açık,
merhameti sonsuz bir bey. Zaten, Hıristiyanlar, biraz da bu bey sayesinde
rahatça yaşıyor, servet edinebiliyorlarmış. Bey, onları Müslüman halktan ayırt
etmiyor, kimselere ezdirmiyormuş.
Bu beyin çok güzel bir kızı varmış. Taze mi
taze! Habsamana kırlarında yetişen çiçekler gibi iç açıcı, gönül doldurucu bir
güzelliğe sahipmiş. Gönlü hoş, kendi hoş bir güzelmiş bey kızı.
Civarın zenginlerinden bir Ermeni ona âşıkmış.
Kızı defalarca ister, bütün servetini bu uğurda harcayacağını ileri sürermiş.
Din farkı bir yana, Ermeni zengini beğenilecek gibi de değilmiş. Çirkin mi
çirkin, yaşlı, berbat bir adammış. Hem farklı inancından, hem de yaşından
dolayı bey kızını istemeye cesaret bile edemiyormuş. İçin için de kız için
yanıyormuş.
Bu tek taraflı sevdası, uzun zaman devam
etmiş. Bu arada zenginleştikçe zenginleşmiş, bundan cesaret alarak da bey kızını
istemeye başlamış. Fakat her seferinde de münasip bir dille geri çevrilmiş.
Aradan bir hayli zaman geçmiş. Hapsamana
dağlarında şiddetli bir kış olmuş. Tepelerdeki yeşillikler ağır ağır kar
altında kaybolmaya başlamış. Beyaz kar örtüsü, aylarca dağları, tepeleri,
vadileri, düzlükleri örtmüş. Bir avuç yeşillik görülmez olmuş ortalıkta.
Hayvanlar otsuz, yemsiz kalmış. Sadece hayvanlar mı? Halk da ambar diplerindeki
son taneleri çorba yapıp bitirivermiş. Çocukların rengi değişmiş, analar sütten
kesilmiş, babalar kara kara düşünmeye başlamışlar.
Hapsamana’da yediden yetmişe herkes açlıkla
mücadele edip, yaşama savaşı verirken, bey kızına talip olan ermeni zengininin
keyfine diyecek yokmuş. Geniş tarlalarından biçtirdiği otlar ahırlarını
harmanlarını doldurmuş, evindeki kilerinde aylarca yetecek kadar mahsulü
hazırmış. O, bunca fakirlik çeken komşularının ıstıraplarına kulaklarını
tıkamış, kendi âlemini sürdürmekteymiş.
Hapsamanalılar, aralarında barındırdıkları,
yaşattıkları bu zengin Ermeni’den yiyecek istemeye karar vermişler. Nasıl olsa
kış bitecek, etraf yeşillenecek, onların tarlaları yine ekin verecek, o zaman
borçlarını ödeyeceklermiş. Gitmişler Ermeni’nin yanına, hallerini anlatmışlar.
Aslında durumları meydanda imiş ama yine de borç olarak veya parası
karşılığında bir miktar buğday, mısır ve hayvanlarına ot vermesini rica
etmişler.
Zengin Ermeni onları şöyle bir süzmüş, tıklım
tıklım dolu ahırlarına, yiyecek dolu kilerlerine doğru bakışlarını çevirmiş ve
küçümser bir ifadeyle:
-“Veremem” demiş. “Ne parasıyla, ne de borç
olarak veremem”
Bir tuhaf olmuş bu sözleri duyan köylüler.
Böyle bir cevap beklemiyorlarmış. Bir müddet şaşkın şaşkın birbirlerine
bakmışlar. Nihayet içlerinden biri:
-“Bak çorbacı”, demiş, “senelerden beri
aramızda yaşarsın. Diline karışmadık, dinine karışmadık. Başın ağrıdı biz
koştuk, öküzün hastalandı biz baktık. Tarlanı biz ektik, biz kaldırdık. Ne sana
ne malına yan gözle baktık. Zenginsin diye kapına gelmedik bir gün. Ama şimdi
dardayız. Senden istediğimiz sadaka değil. Şurada iç içe koyun koyuna
yaşıyoruz. Bugün sende var. Parasıyla olsun açlarımıza yardım et.”
Ermeni, bu sözlere, sitemlere aldırmamış
bile. Şımarıklığı, onların, kendisine dokunmayacaklarını bildiği içinmiş. Cevap
vermiş onlara:
-“Dedikleriniz doğrudur. Beni aranızda
barındıran sizlersiniz. Zora kalınca canımı da alırsınız. Ama ne devletiniz, ne
de inancınız bana kötülük yaptırmaz. Mal benim, buğday, mısır, ot benim. İster
satar, ister yakarım. Çok mu bunaldınız açlıktan? Öyleyse bir şartla size
yiyecek veririm. Bey, kızını bana versin, onunla evlendirsin beni.”
Köylülerin, sanki gökten bir taş düşmüş
başlarına o anda. Ermeni’nin bu sözleri karşısında dehşete düşmüşler. Yürekleri
dolu dolu, boyunları bükük, dilleri tutuk, hiçbir söz söylemeden ayrılmışlar
derhal onun yanından. Evlerine kapanmışlar utançlarından. Bin pişman
olmuşlar. Ama bey, bu olup bitenleri
duymuş, kızı da öğrenmiş gaddar Ermeni’nin teklifini.
Günler, günleri kovalamış. Açlık, kundaktaki
sabileri kırıp geçirmeye başlamış. Artık köyde, civarda yenecek hayvan da
kalmamış.
Ermeni, ortalığın bu feci halini görünce,
teklifini açığa vurmuş:
-“Bey, ya kızını bana verir, benimle
evlendirir, ya da halkının açlıktan ölmesine rıza gösterir”
Bey, artık açlığın dayanılmaz bir hal
aldığının farkındaymış. İstese, bu adamın malını da, canını da zorla alırmış
elinden ama ortada kendi kızının adı olduğu için bunu yapmasının kötü olacağını
düşünmüş. Devletin, Ermeni de olsa bu adamı kendisine emanet ettiğini, onun
için fedakârlığı kendisinin yapması gerektiğini kızına açıklamış:
-“Evladım”, demiş, “Vaziyeti görüyorsun, köylüler
açlıktan kırılıyor. Her şey sana bağlı. Seni bu adama vermek istemen ama şimdi
vermem lazım. Halkım için, köyde yaşayanlar için”
Bey, kızına bu teklifi götürürken
gözyaşlarını da tutamamış. Kızı, o kır çiçeği kadar güzel kızı, babasının bu
çaresiz hali karşısında, yaralı yüreği ile cevap vermiş babasına:
-“Baba” demiş, “köylülerimiz için, ufacık
yavrular için, nineler için, emmiler, dayılar için canım feda olsun. Ben bir
kurbanım baba. Varsın Ermeni’nin dediği olsun. Ama bana bir gece izin ver.
Evimde kalayım. Yarından sonra gönderirsin beni o zalime.”
Haber, ölüm haberi gibi bütün köylere yayılmış.
Her evde hıçkırık sesleri, her evde cenaze varmış gibi ağlamalar duyulmuş.
Köylüler Ermeni’ye haber uçurmuşlar.
Ermeni, sevincinden coşmuş, zıplamış.
Keyfinden odalara sığamaz olmuş. Konağının bütün ışıklarını yakmış.
O saatlerde bey kızı, Allah’a yalvarmaktaymış:
-“Allah’ım, sen komşularımı, din kardeşlerimi
koru. Onlara yardım et. Sana sığınıyoruz. Bizleri, açlıkla cezalandırma.
Çocukların, yaşlıların daha fazla acı çekmelerine rıza gösterme…”
Bey kızının yakarışları sabaha kadar sürmüş.
Seccadesinin üzeri gözyaşlarıyla ıslanmış. Ortalığın aydınlanmasına yakın,
dışarıdan hafif bir ses duyulmuş. Bir hışırtı gelmeye başlamış, çok uzaklardan.
Merakla, endişeyle pencereye koşmuş bey kızı. Bakmış, aylardan beri
kıpırdamayan dallar sallanıyor. Seher yelinin sesi gittikçe genişliyor. Ortalığı
kaplıyor.
Bu gördükleri karşısında, heyecanını
yenemeyen bey kızı, tekrar seccadesine koşmuş ve yakarışına devam etmiş:
“Es vade yeli es,
Gâvuru, kısmetimden kes”
Birden, bir gürültü, bir haykırış… Allah’a
şükreden sesler yükselmeye başlamış bütün evlerden. Bey kızının bulunduğu oda,
bu seslerle dolmaya başlamış. Bey kızı, tekrar pencereye koşmuş. Bir de ne
görsün? Etraftaki tepeler, dağlar, ormanlar, çayırlar, tarlalar bembeyaz kar
örtüsünden sıyrılmış. Eriyen karların altından toprağın rengi çıkmaya başlamış.
Seher yelinin dokunduğu her çalı tomurcuklanmış, her dal yeşermiş. Tarlalardaki
otlar bükük boyunlarını kaldırmış, yeşillenme yarışına bürünmüş her taraf.
Köyler sevinç içine girmiş. Sadece ruhundaki
karanlık yüzüne vuran tek kişi, matemdeymiş. Yiyecek dolu evinin karanlık bir
köşesine çekilmiş, arzusuna kavuşamamanın verdiği hırçınlıkla, kapısını,
penceresini doğan güne karşı kapatmış.
Köyler mutlu, bey kızı mutlu, bey mutlu
olmuş. Seher yeli, bu mutluluğu ta uzaklara kadar yaymış. Köyün üzerinden
aşırıp, tepeler, vadilere, düzlüklere kadar götürmüş.
O gün, bugün Gölköy civarında her sabah,
seher yelinin hışırtısı hissedilirmiş.
Derleyen: Anonim (İl Kültür Müdürlüğü arşivlerinden tarafımdan alındı.)
ELİK KEÇİSİ EFSANESİ
Yaylacılığın
canlı olduğu yıllarda, birkaç yüzyıl önce Ulubey’e bağlı Durak Köyü halkı
yaylaya göçmüştür. İçlerinden bir aile köydeki işlerini toparlayamadığı,
hazırlıklarını tamamlayamadığı için birkaç gün gecikmiştir. Toparlandıktan
sonra da alelacele yola çıkarlar.
Ailenin,
birisi bir haftalık olma üzere, çeşitli yaşlarda dokuz oğlu vardır. Büyük
çocuklar ve anne baba, yaylada kullanılacak eşyaları sırtlarına
yüklenmişlerdir. Yolları uzun, yükleri çok ağırdır. Sırtlarında yükleriyle
saatlerce yürüdükten sonra Karadere ormanlarına çıkarlar. Hepsi de çok
yorulmuştur. Fakat hem yük, hem de bir haftalık bebeği taşıdığı için anne daha
da çok yorulmuştur. Artık yürüyecek gücü kalmamıştır. Daha fazla bu halde yola
devam edemeyeceğini anlayan annenin aklına bir fikir gelir. Biraz tereddüt edip
cesaretini topladıktan sonra kocasının kulağına:
-“Nasıl
olsa yetişkin sekiz oğlumuz var. Ben bu çocuğu taşıyamıyorum. Şuracıkta bir
ağacın dibine bırakalım” der.
Kocası,
karısının teklifini önce kabul etmez. Fakat bakar ki olacak gibi değil.
Karısının dediğine uyar. Uygun bir ağaç dibi bulur ve çocuğu oraya bırakarak
yollarına devam ederler. Yaylalarına çıkarlar.
Yaylayı
o yıl, bir salgın hastalık kasıp kavurur. Obaya kıran girmiştir bir kere. Genç
ihtiyar demez, bu salgın hastalık çok sayıda insanın ölümüne sebep olur. Bu
arada, ailenin sekiz yetişkin evladı da ölenler arasındadır. Aile, harap
olmuştur. Aynı yıl içinde dokuz çocuğu kaybetmenin üzüntüsü ile karı koca, köye
dönmeye karar verirler.
Köye
dönerken Karadere’deki ormanda bıraktıkları çocukları akıllarına gelir. Oturup,
hem bu ormanda bıraktıkları çocukları için, hem de yaylada ölen evlatları için
ağlayıp feryat etmeye başlarlar. Biraz sakinleşince:
-“Gidip,
bebeğimizin kemiklerini bari görelim” derler.
Karı
koca bebeği bıraktıkları ağacın yanına yaklaşınca ağacın dibinden bir elik
keçisi kalkar. Anne:
“Eyvah!
Bebeğimi şimdi bu keçi öldürdü. Keşke birkaç dakika evvel gelseydik” der. Bu
arada bebeğin ağlama sesini duyarlar. Koşarlar sesin geldiği tarafa. Bir de ne
görürler! Bebekleri yaşıyor. Hem de sapasağlam. Dünyalar onların olmuştur.
Hemen çocuğu alırlar. Sevinerek yollarına devam ederler. Fakat biraz önce
çocuğun yanından kalkan elik keçisi oların peşini bir türlü bırakmaz. Keçi,
feryat edip bağırmaktadır. Onlar önde, elik keçisi arkalarında köye kadar
gelirler. Keçiyi bir türlü köyden uzaklaştıramazlar. Bakarlar olacak gibi
değil. Bebeği beşikle beraber evin üst tarafına koyarlar. Keçi gelip onu
emzirir, sever, okşar geri gider. Bir sonraki gün tekrar geri gelir. Bu durum,
haftalarca, aylarca sürer. Çocuk büyüyünce keçi kaybolur gider. Bu çocuk
sülalenin devamını sağlar.
Bu sülalenin
ismi, elik keçisinden dolayı “Elikçioğulları” olarak kalır. Oturdukları
mahallenin adı ise, “Elikçioğulları Mahallesi”dir. Bebeği keçinin emzirmesi
için bıraktıkları yerin ismi “Beşikçiavlusu”, buradan köye giden yola da
“Beşikçiboğazı” denilmektedir.
Derleyen: Sıtkı Çebi
ERDEM BABA EFSANESİ
Çok eski zamanlarda bugünkü Erdem Kırı denilen tepe ve çevresinde sözüne
güvenilir, hem dost hem de düşmanlarınca sevilen adı gibi erdemli bir Türkmen
Beyi yaşarmış. Herkesle iyi geçinen, dargınları barıştıran iyi niyet timsali bu
zata Erdem Baba derlermiş. Onun sağlığında Türkmenler barış içinde yaşarlarmış.
Fakat günlerden bir gün Erdem Baba ölmüş. Çevredeki Türkmenler arasında
otlak savaşı başlamış. Komşu beyler birbirine girmişler. Türkmenler arasında
çok kanlı savaşlar olmuş. Kardeş kardeşi boğazlamış. Çok kan akmış. Türkmenler
Erdem Babanın yokluğunu çok aramışlar. Onun tepesini kutsal bilmişler.
Günümüzde de bu kutsallık devam ediyor.
Derleyen: Mithat Baş
0 yorum