Kürt İsyanlarının Tarihi Nedenleri
İmparatorluk
süreci yaşamış hemen bütün devletlerin parçalanmalarından sonra, kurulan yeni
devlet sınırları içinde çok çeşitli etnik grupların kalması kaçınılmazdır. Bu
durum İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin gibi birçok ulus için de aynıdır. Nitekim
bu ulusların günümüzde yaşadıkları topraklarında da nüfuslarının bir kısmı,
farklı etnik yapıdaki yurttaşlarıdır.
Ülkemizde de
böyledir. Osmanlı Devleti, çok çeşitli etnik guruplardan oluşmasına rağmen
devletin resmi dili Türkçe idi. Osmanlı İmparatorluğu çözüldükten ve
parçalandıktan sonra, geride kalan nüvesinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti de,
diğer imparatorlukların çökmesi sonucu kurulan “ulus devlet”lere benzedi.
Kuşkusuz bu yeni cumhuriyetin nüfusu içinde de, anadili Türkçe olmayan farklı
etnik gruplar kalacaktı.
Aslında
farklı etnik grupların ülke içinde kalması, modern çağda “birlikte yaşama
iradesi olan, geçmişte aynı kaderi paylaşmış ve geleceğe ait bir vizyonu
(ülküsü) bulunan topluluklar” olarak ifade edilen yeni “ulus” kavramına büyük
bir zenginlik katar. Nitekim ülkemizdeki Gürcü ve Çerkez yurttaşlarımızın
ulusun bir parçası olmaları ve kültürel zenginliğimize sayılamayacak kadar
katkıda bulunmaları bu nedenledir.
Peki ne
olmuştur da ülkemizde kendini “Kürt” diye ifade eden yurttaşlarımızın bir kısmı
“ulus devlet” tanımını kabullenmemekte ve son iki yüz yıldır, belirli
aralıklarla sürekli isyan etmektedirler?
Bu isyanların
nedenini tarihi derinliklerde aramalıyız. Osmanlı tarihini incelemeden sorunun
doğru yanıtına erişmek zordur. Nedense bunun analizi de pek yapılmaz.
Bilindiği
gibi Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme döneminde toprak rejimi “tımar
sistemi” diye adlandırılan bir yapıdaydı. Osmanlılar, tımar karşılığı ülkede
Müslim ve Gayrimüslim bütün halkına tımar karşılığı toprak vermekteydi. Yani
köylülerin, toprağın gerçek sahibi devlet de olsa, bir mülkiyetleri vardı.
Toprağı işledikleri sürece bu mülkiyetlerine asla dokunulmazdı. Bu toprakları işleme karşılığında barış
zamanlarında vergi, savaş zamanlarında da tımar karşılığı olarak, vergi
mükellefi köylülerden asker toplanırdı. Osmanlı köylüsü köle değildi. Zamanının
Avrupa ülkelerindeki derebeylerinin elinde köle gibi çalıştırılan Avrupalı
köylülerden çok daha özgürdü Osmanlı köylüleri. Bu nedenle de “devlet baba”
onlar için kutsanmış gibiydi. Yüzyıllarca devlete bağlı olarak yaşadı köylüler.
Tımar sisteminin uygulandığı bu topraklarda, 60-70 köyü olan “ağa” ve ayanlar
pek görülmedi.
Hem Anadolu
Selçuklu Devleti, hem de Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme döneminde Anadolu’nun
büyük kısmında uygulanan bu toprak rejimi, sadece günümüzdeki Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nde uygulanmadı. Bu, büyük bir talihsizlikti. 1515 yılında Yavuz Sultan
Selim’in Dulkadiroğulları Beyliği’ni ortadan kaldırmasıyla Osmanlı Devleti’ne
bağlanan bölgede devlet, vergi mükellefi olarak oradaki Kürt beylerini muhatap
aldı. Böylece bölgede yaşayan halk, aşiret ve tarikat şeyhlerinin etkisinden
kurtulamadı. Hatta aşiret ve tarikatların iç hukuku, yüzlerce yıl buradaki
halkın yaşamını yönlendirdi. Bölge halkına Osmanlı Devleti’nin doğrudan
müdahalesi olmadığından halkın yaşam tarzı ve mülkiyet sistemi değişmedi.
Devletle halk arasında bağ kurulamadı.
Kurulan yeni
cumhuriyet de, bu cendereyi kıramadı. Çok çeşitli iç ve dış zorlukları da olsa,
seksen yıllık cumhuriyetin bu feodal düzeni alaşağı etmesi gerekirdi. Halkın
devlete bağlılığı, ancak devletin halkına sahip çıkmasıyla mümkündü çünkü.
Günümüzdeki
sözüm ona açılımların başarılı olmasını beklemek, sosyoloji ve tarih bilimini
anlamamak demektir. Etnik grupların, din ve mezhep ayrılıklarının
filizlenmesiyle işler çözülseydi, her gün kan gövdenin götürdüğü Ortadoğu
ülkeleri süt liman olurdu.
Aşiret ve
tarikatların kökünü kazımak, feodaliteyi yok etmek, halkına toprak mülkiyeti ve
özgür yaşam hakkı tanımak için mücadele etmek, büyük bir devrimdir. Devrimler
ise, ancak yürekli insanların işidir.
1 yorum
Bir ara konuyla ilgilenen birisi olarak yazdıklarınıza katılıyorum.
YanıtlaSil