İnanç Dünyamız Nasıl Şekilleniyor?
İnanç dünyası insanlar için vazgeçilmez bir olgudur.
Bu kadar önemli bir olgunun nasıl biçimlendirildiği veya biçimlendirilmesi
gerektiği tarih boyunca düşünce dünyasının ve siyasetin önemli konularından
birisi olmuştur. Bir konuya siyaset el atıyorsa, bilin ki “güç ve iktidarı”
elinde tutmak için önemli bir araç aramaktadır. Artık bundan sonrasını
“sorgulamanız” gerekir. Gelin görün ki inançları sorgulamak o kadar kolay bir
şey de değildir.
Peki, sorgulanamayacak kadar kutsal sayılan
inançlarımızı gereği gibi öğrenebiliyor muyuz? İnançlarımız bize kimler
tarafından öğretiliyor? Genellikle ebeveynlerimizin,
ya da okullarda bize öğretilen dini eğitimin yönlendirmesiyle şekillenen
inançlarımızla dinimizin öngördüğü gerçeklere ulaşabiliyor muyuz? Ulaşırsak ne
kadar ulaşabiliyoruz? Bu sorular açıklanmaya muhtaçtır.
Kişilerin inançlarının şekillenmesi tartışmaları
tarih boyunca da süregelmiştir. Bu tartışmalar çok çeşitli ayrışmalara ve
sonunda da mezhep ayrılıklarına kadar varmıştır.
İslam düşünce tarihinde mezhep denildiğinde iki
farklılaşmayla karşılaşılır. Birincisi İtikadi-Kelami mezhepler: Harici, Şii,
Mu’tezile, Eş’ari, Maturidi gibi. İkincisi ise Fıkhi-Ameli mezhepler: Hanefi,
Maliki, Hambeli ve Şafilik gibi.
İtikadi
mezhepler, dünyaya bakış açısını, insanların yaşam tarzlarını, dini eğitimlerde
öncelikleri ele alan görüş ayrılıklarını konu edinir. İslam dünyasında esas
fikir ayrılıkları itikadî mezheplerde
görülür. İkinci gruptaki ameli mezhepler daha çok ibadetin nasıl yapılması
gerektiği konusunu işler. İslam’ın şekilci yanıyla ilgilenirler.
İtikadi mezheplerden Eş’arilik, üç amel mezhebinin
(Şafilik, Malikilik ve Hanbelilik) görüşlerine riayet ettiği bir itikat
mezhebidir. Bu mezhep mensublarının çoğunluğunu kurucusu olan İmam Ebu’l
El-Hasan Eş’ari’nin mensubu da bulunduğu Arap’lar oluşturmaktadır. İmam Eş’ari
Abbasi döneminde bugünkü Irak coğrafyasında yaşamış ve eserlerini vermiştir.
Diğer bir itikadî mezhep ise Matüridiyeliktir. Bu
mezhebinin kurucusu ise İmam Ebu Mansur El- Matüridi ise Semarkant’lı olup
aslen Türk’tür. Amel imamı olan ve kendi gibi Türk kökenli İmam Ebu Hanefi’nin
görüşü Hanefilik ise yine mensuplarının çoğunun aslen Türk kökenli olması ile
bilinir.
Tarihin akışında başka İslami yorumlar da görülmektedir.
18. yüzyılda İslam dünyasında önce Vahabilik, sonra da Tecdit ve İhya adı
verilen bir dizi yenileşme hareketleri başladı. Bu hareketlerin ortak özelliği
İslam dünyasında batıya göre gerilemenin ana sebebi olarak geleneksel
mezhepleri görmeleriydi. İçtihad tartışmalarıyla bu mezhepler tasfiye edilerek
yeniden Kur’an bazen de sünnete dönülerek İslam dünyasında yeni bir uyanışın
başlayabileceği savunuldu. Muhammed Abduh ve Cemalettin Afgani gibi birçok
taraftarın savunduğu bu anlayış, daha sonraki İslamcılık düşüncesini öyle
etkiledi ki, yenileşme hareketi geleneğin, yani geleneksel mezheplerin değiştirilmesine
ve tasfiyesine dönüştü.
20. yüzyılda Osmanlının verdiği Vahabilik ismi,
yerini Selefiliğe bıraktı. İslamcılık düşüncesi ile kesişen Selefilik, İhyacı
ve Entelektüel Selefilikle genleşerek İslam dünyasındaki düşüncenin ana çizgisi
haline geldi. Bu anlayışta itikadî
mezhepler ya reddedilmiş, ya da terk edilmiştir. Selefiyye mezhebi itikadî
konularda akla yer vermez. Sadece nakil (Kur'an-Sünnet) ile hareket eder ve
Kur'ân'daki müteşâbih âyetleri olduğu gibi kabul ederek, bu âyetlerde
kastedilen mânâyı insanların bilemeyeceğini, aklın aciz kaldığını ve konunun
mânâsını Allah'a havâle ettiklerini belirtir. Kısaca bilim ve teknolojiye, araştırma
ve sorgulayıcı anlayışa karşıdır.
Ameli mezhepler ise yalnızca ibadet alanlarıyla
sınırlandırılmıştır.
Bunun en güzel kanıtı Diyanet İşleri Başkanlığının
yayınladığı mezheplerle ilgili ankettir. Bu ankette Türkiye’de ameli mezhepler
sorulduğu halde, itikadî mezhepler
sorulmamıştır. Ya da sorulduysa da yayında yer almamıştır. Türkiye’de % 77,5
oranında Hanefi varken, acaba sorulsaydı ne kadar Maturidi çıkardı?
Maturidiliğin az çıkmasından mı yoksa anketlerde Selefiliğin çıkmasından mı
korkuldu anlamak zordur.
11. yüzyıla kadar Sünniliğe rengini veren Eş’arilik
ve Maturidiliktir. Ne zamana kadar? Elbette Selefilik yaygınlaşana kadar.
Maturidiliğin olmadığı bir Sünnilik, Selefiliğin etkisine girmeye mahkûmdur.
Türkiye’de Hanefi olabilir; ama Maturidi olmayan bir Hanefi iseniz bu sizi iyi
bir Selefi yapacaktır. Daha doğrusu Maturidi olmayan bir Hanefi, İmam-ı Azam
Ebu Hanife’nin akılcı fikirlerini algılayamamış, hatta bilmeden reddetmiş
demektir.
Hanefilik ve Maturidiliğin birbiriyle ilgisi nedir?
İmam-ı Azam Ebu Hanife, İslam’da akılcılığı savunan Irak
ekolünü benimsemiş, Ehlibeyte karşı büyük sevgi ve saygı duyan, içtihatlarını
akıl süzgecinden geçirdikten sonra veren, zalim yönetimlere karşı isyanı farz
kabul eden görüşleriyle, önderi olarak gösterilen “Ehl-i Sünnet vel Cemaat”
itikadından ayrılan, Alevilere karşı yapılan haksızlıklara karşı hayatını
ortaya koyan büyük bir İslam âlimi ve mezhep kurucusudur.
İmam-ı Azamı’ı, Ehl-i Sünnet vel Cemaat itikadından
ayıran bir başka sebep de “İstihsân” metodudur. Ebû Hanîfe
fıkıh bilimine bu metodu kazandırarak İslam'ın zaman içinde değişebilecek
şartlara uyum sağlamasını amaç edinmiştir. Bu durum diğer mezheplerce ileriki yüzyıllarda
kabul gören “İçtihat kapılarının
kapanması” ilkesine aykırıdır. İmam-ı Azam
Ebu Hanife, bu görüşlerinden dolayı başta İmam Şafii olmak üzere zamanın din bilginleri
tarafından şiddetli bir muhalefetle karşılaşmıştır.
İmam Maturidi
ise, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin fikirlerini savunan ve bu fikirleri
kitaplaştırarak günümüze kadar ulaştıran çok önemli bir İslam âlimidir. Bu
nedenle de İmam-ı Azam’ın akılcı fikirlerini sistemleştirdiği için itikadî bir
mezhep olarak kabul edilen ve akılcılığı savunan Maturidiliğin kurucusudur.
Türkiye’de Müslüman halkın çoğunluğu kendini amelde Hanefi
olarak tanımlar. Ancak yukarıda bahsedildiği gibi Diyanet İşlerinin düzenlediği
anketten de anlaşıldığı üzere itikadî
mezhepler ve halkın bu mezheplerle ilgili tercihleri konusunda belirlenmiş bir
tespit yoktur. Ancak ülkemizde gerek halkın yaşam tarzı, gerekse kaderci
anlayışların yaygın olması, itikadî
mezhep olarak Eş’ariliğin halk arasında daha yaygın olduğu kanısını
uyandırmaktadır. Nitekim 15. Yüzyıl ortalarında Osmanlı Devleti de imparatorluk
sürecine geçtikten sonra resmi ideoloji olarak bir itikadî mezhep olan Eş’ariliği seçmiş ve
yaygınlaştırmıştır. Bu durum 15. Yüzyıl ortalarından beri hemen hemen
değişmemiştir. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda İtikatta mezhep olarak “Maturidilik”
benimsenmiş, ancak çok partili hayata geçtikten sonra tekrar Eş’ariliğe
dönülmüştür.
Amelde Hanefiliği benimseyip, itikatta Eş’ariliği
benimsemek yaman bir çelişkidir. Çünkü bu iki imamın görüşleri birbirine taban
tabana zıttır. Eş’ariye itikatta “nakilciliği” savunurken, İmam-ı Azam “akılcılığı”
savunmaktadır. İmam Maturidi de zaten İmam-ı Azam ekolünü benimsemiş ve onun
fikirlerini savunmuştur.
Bu konularda cesaretli tartışmalar tarih boyunca
yapılmıştır. 20. Yüzyılda akılcılık ve nakilcilik olarak basitleştirdiğimiz bu
iki ana ekolün önemli temsilcileri görülmüştür. Pakistanlı ünlü din bilgini
Muhammed İkbal, akılcı görüşleri savunurken Mısırlı din bilgini ve Müslüman
Kardeşler (İhvan-ül Müslimin) geleneğinin temsilcilerinden Seyyit Kutup
nakilciliği savunmuştur.
Bugün İslam dünyasında insanlar yalnızca ameli fıkhi
mezhepleri tanımakta, onlarla da sadece
ibadetleri için ilgilenmektedirler. Dini anlayışlarımız ise daha çok
İslamcı-Selefi ve Vahabi düşünce tarafından belirlenmektedir. Selefi
gelenek, hadisçilerin temsil ettiği bir ekol olması, katı nakilci tavrı, aklı
öncelemekten kaçınması, kıyas ve re’y gibi metotlara itibar etmemesi ile
tanınır.
İslam dünyasında bahsedildiği anlamda mezheplerin
işlevini sürdürdüğü söylenemez. Onun yerine cemaat ve örgütlerin etkili olduğu
görülmektedir. Ayrıca günümüzde Sünniliğin de artık itikadi ve kelami
mezhepleri içermediği, emperyal güçlerin de yönlendirmesiyle geleneksel Sünnilikten,
özellikle de Hanefilikten oldukça uzaklaştığı, bu uzaklaşma sonucunda da bir kısmının
Selefiliğe dönüştüğü, bir kısmının da neredeyse birbirine düşman haline gelmiş tarikat
ve cemaatlere dönüştüğü anlaşılmaktadır. Bunun yerinde İslam coğrafyasında iki
anlatı hâkim ideoloji olarak öne çıkmaktadır: Şiilik ve Selefilik. Aslında
Ortadoğu’da bu iki paradigmanın hâkimiyet savaşları yürütülmektedir. Buradaki emperyalist oyun, Vahhabi ve
Selefiliğin, geleneksel Sünniliği (Şafilik, Malikilik ve Hambelilik) temsil
ettiği kanaatini oluşturmaktır.
Selefiliğin en uzlaşmaz olduğu mezhep
Maturidiliktir. Özellikle hem Hanefi hem Maturidi bir düşün alanı, Selefilikle
bir arada bulunamaz. Maturidiliğin inanç alanı ile Selefiliğin inanç alanı
konusundaki fikirleri tam bir tezat oluşturur.
Yurdumuzda da itikatta Maturidilik’i savunan ve
akılcılığı İslam’ın kurtuluşu olarak gören Prof Dr. Hasan Öner, Prof. Dr. Ahmet
Saltık, Prof. Dr. Kemal Arı ve Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk gibi din ve İslam tarihi bilginleri
vardır.
Yaşar Nuri Öztürk’ün Yeni Boyut Yayınları’ndan
çıkan ve tam adı “Arapçılığa karşı akılcılığın öncüsü İmam-ı Azam Ebu Hanife”
(Esas Fikirleri Gölgelenen Önder) olan 551 sayfalık önemli çalışması çok önemli
tespitlerle okuyucunun karşısına çıkmıştır. Kitap hakkında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Araştırma Görevlisi Dr. Mustafa Tahir Öztürk’ün İstanbul Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi 2010 sayısında önemli bir tanıtıcı makalesi de yayınlanmıştır.
Bu makaleye göre Öztürk eserinde İmam-ı Azam’ı “Kanın, dehşetin, zulmün, acıların ve
işkencelerin berzahları içinde yaşamış bir fikir ve devrim önderi” olarak
nitelendirmektedir. Öztürk’e göre Ebu Hanife’yi ölümsüz kılan değerler ve
sebepler aynı zamanda öldürülmesinin sebepleridir. Bunlar İmam-ı Azam’ın
“siyasal kimlik”inin dayanaklarıdır. Ebu Hanife’yi anlamayan ve anlatmayanlar
onun siyasal kimliğinin karartılmasını isteyenlerdir. Diğer sebepler ise
şunlardır:
İmam-ı Azam Ebu Hanife;
·
Kur’an’ın istediği “aklın işletilmesi” ve aklın
egemenliğini dinin esas amacı olarak öne çıkardı.
·
Zulme karşı isyan ve ihtilalin dinin talebi
olduğunu gösteren eylemli bir aydınlığın öncülüğünü yaptı.
·
Arapçı-zorba Emevi ve Abbasi yönetimlerine karşı
çıkması ve bu yönetimlere karşı kılıç kullanılması için fetva verip kılıç
kullananları maddeten de destekledi.
·
İslam’ın Arap ideolojisine dönüştürülmesine
karşı çıktı.
·
Her Müslüman’ın kendi ana diliyle ibadet
edebileceğine, bunun için de Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılınabileceğine
fetva verdi.
·
Uydurma hadisleri reddetti. Bunun uzantısı
olarak hadis diye nakledilen sözlerin Kur’an’a ve aklı aykırı olanlarının
Peygamberimize isnat edilmesine karşı çıktı.
·
İnsanın tanrılaştırılmasına karşı çıkarak Hz.
Muhammed dışında eleştirilmez kişi, Kur’an dışında eleştirilmez kitap kabul
etmedi.
·
Din ile şeriatın eşitlenmesini Kur’an’a aykırı
buldu. Bu eşitlemeye karşı çıktı.
·
Batıdan bin küsur yıl önce laikliğin temellerini
attı.
·
Ehlibeyt’i savunmayı ve sevmeyi bir mezhep
meselesi olmaktan çıkarmanın öncülüğünü yaparak mezhep taassubuna darbe
indirdi.
·
Hukuk alanında bireyin özgürlüğünü şaşmaz bir
ilke olarak öne çıkardı.
·
Kadının evlenmede kimsenin velayet ve vesayetine
muhtaç olmadığını ilan edip kadın özgürlüğünün yolunu açtı. Böylece geleneksel
fıkhın temel kabullerinden birini yıktı.
·
Din hizmetinin rızık aracı yapılmasına karşı
çıkarak din ulemasının geçimini dine bağlayan anlayışı yıktı. Kendi geçimini
ticaretten kazanarak getirdiği bu anlayışı hayatıyla ve yaşam tarzıyla
örneklendirdi.
·
Alkollü içkilere geleneksel anlayıştan çok
farklı baktı. Şarap dışındaki içkilerin haram olmasını, sarhoş olacak kadar
içme kaydına bağladı.
·
Riyakârlığı en büyük yıkım olarak gören
anlayışının gereği olarak, fikir ve mücadele hayatında takıyyeciliğe asla
tenezzül etmedi. Sözünü hiç esirgemeden tam ve açık söyledi.
İmam-ı Azam Ebu Hanife hayatı boyunca önyargılı da
olmadı. O, “Beni kâfir ilan edenleri
bile kâfir ilan etme hakkım yok. Ona ancak Allah karar verir” diyecek kadar
sorumluluk sahibiydi.
Türkiye’de; “Ben Hanefi mezhebindenim” diyen kaç kişi yukarıda
belirtilen İmam-ı Azam’ın görüşlerini açıktan savunabilir? Hiç birbirimizi
kandırmayalım. Çok az sayıda kişi savunabilir. Üstelik savunmaya başlayınca da
siyasal İslam savunucuları tarafından tıpkı İmam-ı Azam’a sağlığında
yaftaladıkları “zındık” sıfatını bu görüşleri savunanlara yapıştırırlar. Çünkü
bunların amelde mezhepleri Hanefi iken, itikatta mezhepleri Hanefiliğin akılcı
görüşlerini savunan Maturidilik değildir. Bu nedenle de daha çok Selefiliğe
yakındırlar.
Bu durum İslam ülkeleri için de aynıdır. İslam
ülkelerinde geri kalmışlık kıstasının istatistiklere girmeyen fakat
yüzyıllardan beri acı bir gerçek olarak hala hâkim olan kısmı, İslam’da özgür
düşüncenin gelişebileceği ortamın yaratılmamış olmasıdır. İslam ülkeleri,
oldukça az yetişen çağdaş aydınlarını susturmada, çeşitli baskı ve yıldırma
metodu ile yok etmede ve ülkeye katkı sağlamasını önlemede çok başarılıdırlar. Ancak,
kendi ülkelerinin sorunlarını doğru tespit edip ona göre plan proje oluşturma
kapasiteleri üretmede son derece başarısızdırlar.
İslam ülkeleri dünya nüfusunun % 25’ine sahipken,
toplam dünya üretiminin ancak % 7’sini sağlayabilmektedir. 57 İslam ülkesinin
toplam milli gelirine tek başına Almanya sahiptir. İslam aydınları bu durumu
sorgulamak yerine birbirlerine kara çalmakla meşguldürler.
Her ne kadar İmam-ı Azam Ebu Hanife, “İhtilaf’ul
Umme Rahme” (Ümmetimin ihtilafı rahmettir) hadisini örnek vermeye çalışmışsa
da, yani değişik fikirlerin olmasının topluma fayda sağlayacağı anlamındaki bu
tür hadisleri kimse dikkate almamıştır. Üstelik değişik fikirlerin söylenmesi
“fitne” olarak nitelendirilmiştir.
13. yüzyılda İmam Gazali ile birlikte artık akıl
devre dışı bırakıldı. İçtihat kapıları kapatıldı. Bu durum, İslam coğrafyasında
yüzyıllar sonra bile oluşabilecek yeni fikirlerin, açılımların önünü kapadı ve
dondurdu. Artık İslam'ın altın çağı olan "Popüler İslam Dönemi" bitiyordu. Oysa aynı zaman diliminde
tarih, Avrupa’da Rönesans’ın başladığını ve İslam dünyasındaki geriye gidişin
tersine, aklın yükselişi, bilimin önemini kavrayış gibi süreçlerin yaşandığına tanık
oldu.
Gazali’nin iyi ve kötünün akıl yoluyla
bilinebileceğini reddetmesi ve aklın sadece şeriat ilminin öğrenilmesinde
yardımcı olabileceğini belirtmesi, yüzyıllarca İslam ülkelerinde “aklın
dışlanması” sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle de başta Osmanlı olmak üzere İslam
ülkeleri gelişme ve genişleme dönemlerinde topraklarına toprak kattı fakat
ekonomik değere kalıcı bir değer katacak sistemi yaratamadı. Bunun nedenlerini
araştırıp soruşturamadı. Kurtuluşu tekrar şeriata dönmekte buldu.
Aklın önü tıkanırsa; akılla yapılacak bilim yerine;
hep eskiyi aktarma yöntemi bilim diye yutturulursa ne olur?
O toplum tarihin belli bir dönemine çakılır ve
kalır… Akılsız bir insan, nasıl ki başkaları tarafından istismar edilir; her
yandan itilip kakılırsa; bu tür toplumlar da emperyalizmin aleti olmaktan öte
yol alamaz. Özgürlükler gelişmez. Akıl işlemez. Hep itaat kültürü ve eskiye
özlem duygusu ile toplum diktatör yönetimlerin istismarı altında kıvranır
durur.
İslam için kurtuluş, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin
savunduğu ve onun fikirlerini sistemleştiren İmam Maturidi’nin yorumladığı
akılcı İslam’a dönüştedir. Beş yüz yıl kaybedildi. Binlerce yıl daha
kaybetmemek için İslam aydınları bu konuda mücadele etmelidirler. Tıpkı
Muhammed İkbal ve benzeri İslam bilginleri gibi.
***
0 yorum