Osmanlı Devleti ve Akılcılık
Günümüzde tarihçilerimizin ve din bilginlerimizin üzerinde önemle
durmaları gereken bir soru vardır; Osmanlı devleti tebasının çoğunluğu Türk ve
Hanefi mezhebinden olmasına rağmen, neden Osmanlılar kendileri gibi Türk kökenli olan
ve Türkistan’daki soydaşlarının mensubu olduğu itikat mezhebi Maturidiliği arka
plana iterek bir Arap yorumu olan Eş’ariliğe daha fazla önem vermişler ve hatta
halkı bu yöne yönlendirmişlerdir? Bu kırılma ne zaman başlamıştır? Bu konu üzerinde durmak ve tarihimizi
etkileyen, sonuçları günümüze kadar yansıyan birçok olayın sebepleri üzerinde
düşünme ve tespitlerde bulunma zamanıdır.
Maturidiliğin, batı Türklerince neden genel tercih görmediğini dini
anlamda yorumlamak, uzmanlık alanım olmadığı için bu konularda hüküm yürütmek benim
işim değildir. Ancak belirtmek istediğim, araştırılması arzu edildiğinde Maturidilik
ile Eş’arilik ekolleri arasındaki önemli farkları gösteren binlerce kaynağa
ulaşabileceğimizdir.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Maturidilik ve Eş’rilik ekolleri
arasındaki farklılıklara neden olan bu iki büyük kişiliğin tarihi kimliklerini
ve savundukları fikirleri kısaca gözden geçirmekte yarar vardır.
Türkler, İslam dinini kabul ettikten sonra birkaç yüzyıl içinde o dinin yegâne
savunucuları konumuna gelmişlerdir. Bu sadece askeri alanda gerçekleşmemiş
dini, astronomi, tıp, matematik, kimya ve diğer bilim dallarında da birçok
araştırmalar, incelemeler yapmış büyük buluşlara imza atarak insanlık tarihinin
gelişmesine katkıda bulunan eserler vermişlerdir. İslamiyet’in hızla yayılarak,
geniş bir coğrafya üzerindeki milletlere ulaşması mevcut itikat ve amel
mecburiyetinin getirdiği koşulların oluşturduğu farkları gidermek konusunda
çalışmalar yapmayı zorunlu kılmıştır. Bunun başlıca sebebi İslamiyet’in, artık
Arap sosyokültürel etki alanından çıkarak, farklı sosyokültürel ortamlarda
yaşama ve Arap dünyasındakinden farklı sosyokültürel algılara da cevap
verebilecek olma mecburiyetidir.
İslam dininde mezhepler itikadi ve ameli mezhepler olmak üzere iki
grupta incelenir.
İtikadi mezheplerin bazılarını
Mu’tezile, Cebriye, Kaderiye, Maturidilik, Eş’arilik ve Selefilik olarak
belirtmek mümkündür.
Bunlardan Sünni olarak adlandırılan (Maturudilik, Eş’arilik ve
Selefilik) mezheplere bağlı ameli mezhepler de ortaya çıkmıştır. (Hanefilik,
Şafilik, Hanbelilik ve Malikilik) bu mezhepler, İslam dünyasında Sünni olarak
ifade edilen nüfusun tamamına yakın bir kesimi içinde kabul görmüştür.
Kabul etmek gerekir ki bir toplumun sosyal hayatını düzenleyen ve
organizasyon şemasını kurmasında etkileyici olan, olaylara bakış açısını dini
açıdan yorumlamasını kolaylaştıran, nasıl şekil vermesi gerektiği hususunda
yönlendiren hatta koşullandıran itikadi mezhep görüşüdür. İslam tarihi incelendiğinde kurulan her İslam
veya halkı Müslüman çoğunluğa sahip devletin kurumlarını şekillendirmede bu
itikat imamlarından birinin görüşünün benimsendiği görülür.
Bu yönden tarihte ve günümüz İslam dünyasını yukarıda ifade edilecek
şekilde birbirinden ayırabiliriz.
Eş’arilik üç amel mezhebinin (
Şafilik, Maliklik ve Hanbelilik) görüşlerine riayet ettiği bir itikat
mezhebidir. Bu mezhep mensuplarının çoğunluğunu kurucusu olan İmam Ebu’l
El-Hasan Eş’ari’nin mensubu da bulunduğu Araplar oluşturmaktadır. İmam Eş’ari
Abbasi döneminde bugünkü Irak coğrafyasında yaşamış ve eserlerini vermiştir.
Matüridilik mezhebinin kurucusu İmam Ebu Mansur El- Matüridi ise
Semarkant’lı olup aslen Türk’tür. Amel imamı olan ve kendi gibi Türk kökenli
İmam Ebu Hanefi’nin görüşü, Hanefilik ise yine mensuplarının çoğunun aslen Türk
kökenli olması ile bilinir.
İki itikadi mezhep arasındaki görüş farklılıkları araştırıldığında
önemli ayrılıklar ortaya çıkar. Matüridilik ile Eş’arilik arasındaki fikir
ayrılığının ana sebebi, batıda ki İslam Devleti Endülüs’de savunuculuğunu İbn-i
Rüşd’ün yaptığı din de Aristocu akılcı - felsefi bakış açısının yer almasını
talep eden görüş ile İmamı Eş’ari’nin görüşüne sıkı sıkıya bağlı olan ve Plâtoncu
temele dayanan, felsefeyi din açısından zararlı gören ve nakilciliği savunan
İmamı Gazali arasındaki fikir tartışmalarına dayanır.
Aynı dönem de İmamı Matüridi de Türkistan’dan bu fikir tartışmalarına
katılmış İbn- i Rüşd’ün görüşleri ile aynı olan düşüncelerini ifade etmiş ve bu
konuda eserler vermiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin de görüşlerini ve akılcılığını
savunan İmamı Maturidi çok kısa bir zamanda bulunduğu coğrafyada tanınmış ve büyük
bir ün yapmıştır. Görüşlerini paylaşmak için bugünkü Irak coğrafyasına gelmiş ve
burada birçok fikir tartışmalarına katılmış düşüncelerini büyük bir kitleye
kabul ettirmiştir. Bu açıdan İmamı Eş’arinin bazı görüşleri ile tezat düşmüş
bunlara bilgisi dâhilinde farklı izahlar getirmiştir. İki görüşü de temelde
birbirinden ayıran özellik birinin nakilci diğerinin ise akılcı olmasıdır.
Eş’ari ekolünün en kuvvetli savunucularından olan İmam Gazali, İbn-i
Rüşd’ün kilere olduğu gibi İmamı Maturidi’nin de görüşlerine şiddetle karşı
çıkıyor ve felsefeye dalmakla suçladığı Türk âlimleri Farabi ile İbn-i Sina’yı kâfirlikle
itham ediyordu. Ona göre Allah’a akılla ulaşılamaz sadece bu tasavvuf yolu ile
gerçekleşebilirdi. Oysa bu âlimler
dünyanın insanlar tarafından okunması için yaratılmış bir kitap olduğunu, onu
incelemekle ve araştırmakla birçok ibret alınabileceğini iddia ediyorlardı.
Onun için de Kuran-ı Kerim’de sürekli olarak “ibret almaz mısınız” ifadesi
geçmekte değil miydi? Her şeyi yaratan Allah olduğuna göre ne kadar
araştırılırsa, incelenirse incelensin yine sonunda ortaya çıkacak olan
varılacak son nokta yine yaratıcıyı ispat edecektir. Bu yüzden akli ilimlerden
ve felsefeden endişeye gerek olmadığı gibi bu Allah’ın bir emri ve
Peygamberimizin: “İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır” , “İlim Müslüman’ın
kayıp malıdır onu nerede bulsa almalıdır” ve “İlim Çin’de bile olsa gidip onu
alınız.” Hadislerine göre de uygundu.
Oysa İmamı Gazali bu hususta kendisine gösterilen hadislere farlı bir
bakış açısı ile yaklaşmaktaydı. Söz gelimi kendisinin yazmış olduğu ve günümüz
İslam dünyasının en tanınmış dini eserlerinden biri olan İhya-u Ulumid- Din
adlı külliyatında “ İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır.” Hadisini,
“Müslümanlara farz olan amel ilmidir” şeklinde yorumlar.
Peki, İmam-ı
Gazali neden nakli yaklaşımı kabul etmiş ve İslam dünyasının büyük bir kesimini
yüzyıllarca etkilemiştir?
Bunu tespit etmek için sosyolojik tespitlerde bulunmak gerekir.
Gerçekten bunun sosyokültürel ve sosyopolitik temelleri vardır. Yerleşik
toplumlar da sınıfsal yapı çok katmanlıdır ve sistemlidir. Böyle bir toplum
sisteminde idareciler için mevcut sınıf sisteminin korunması, gerek kendileri
için gerekse toplumun düzeni açısından kaçınılmaz görülmektedir. Bu sebeple
yönetici kesim hukuki meşruluğunun devamını destekleyecek/ sağlayacak kurum ve
sistemlere ihtiyaç duyar. Yönetimler
sadece askere dayanarak ayakta kalamaz. Onu destekleyecek eğitim kurumlarına,
ekonomik dayanaklara ve hatta dini bir meşruluğa ihtiyacı vardır. Dini
meşruluğu arkasına alamayan hiçbir sistem ayakta kalamaz. Bir süre sonra bu
meşruluk kaygısı yöneticilerin dini kimliğe bürünmesine veya dini kurumlara
tavizler vererek yanlarına çekmesine neden olur. Dini kurumları içine alan bir
sistemi eleştirmek, bir yerden sonra dini eleştirme kavramına götürür ki işte
bu din devleti tanımlamasıdır.
İslam tarihinde dört halife döneminden sonra devlet reisliği seçimi
Muaviye ile başlayan Emevilik dönemi ile sonlanmış oldu. Bundan sonra kurulan
çoğu İslam devletlerinde saltanat babadan oğla geçti. Tabi ki böylesine bir
yapıda vatandaşın ve büyük sınıf katmanlarının müdahalesi veya seçim hakkı gibi
bir alternatif yoktu. Devlet reisleri kendi meşruluklarını ve saltanatlarının
devamını ancak teokratik – dini yapıyı özümseyerek yapabilirlerdi. Öyle de
oldu.
İslam dünyası bunu ilk olarak Emevi saltanatında gördü. İktidar dini
ortamı sıkı denetliyor, muhalefeti tasfiye ediyordu. Muhalefet, iktidardakilere
göre fitne içindeydi. Dini gücü bünyesine alarak hükmetme metodunu Emeviler,
Doğu Roma - Bizans’tan almışlardı. Bizans imparatoru I. Basileios, yönetim
erkinin tamamını eline geçirmiş kendine dini bir kimlik de yükleyerek kendini
tasfiyeye yetkili bütün kurumları pasif konuma getirmiştir. Kilise yönetimini
de kendisine tabi olmaya zorlayan imparator, dini sınıfın yönetimle
bütünleşmesinden daha güçlü olarak çıkacaklarını düşünen din adamlarının da
desteğiyle iktidarını pekiştirmiştir. İmparator I. Basileois’den sonra iktidara
gelen imparatorlarda aynı unvana sahip olmanın getirdiği kolaylığı iktidarları
boyunca doyasıya kullanmışlardır.
Aynı yönetim tarzını benimseyen Emevilerin devamı olan Abbasi iktidarı
döneminde yaşamış olan İmam Eş’ari ve İmam Gazali bulundukları sistemin dini
sınıfı kanatları altına alma ve kendilerine çekme politikasına karşı meyilli
bir yaklaşım göstermişlerdir. İmam Eş’ari, devlet reisi seçim meselesinde
Hülefa-i Raşidin (dört halife dönemi) dönemindeki seçim sistemini önermek yerine,
babadan oğula geçen sistemi tercih etmiş en azından ses çıkarmadığı gibi aynı
zamanda en kötü lider (Emir) lidersizlikten iyidir, prensibinin kabulü
iktidarın yanlışlarını düzeltme yolunda yapılacak her eylemin o toplumu
felakete götüreceği korkusu ile men edilmiştir. Yine Eş’arilik ekolu içinde
sığdırılmış olan cüz’i iradenin de Allah tarafından yaratıldığı düşüncesi
yönetilen toplumun yöneticilerinin almış olduğu her kararının arkasında
Allah’ın bulunduğu gibi bir düşüncenin yerleşmesine sebep olmuştur. Mısır
dışında o topraklar üzerinde köklü büyük bir medeniyet bir daha kurulamamıştır.
Mısır istisnadır çünkü orada Fatımiler ve Memlükler devlet kurmuşlardır. Her
iki devletin de kurucuları Türk ve yönetici kesim ile askeri kesimi Maturidiye
görüşüne sahiplerdi.
Matüridiliğe gelince; gerek hocası İmamı Azam Ebu Hanefi gerekse itikat
mezhebi kurucusu olarak ileride anılacak olan İmamı Maturidi’nin hayatları
devamlı sıkıntılı ve iktidardaki yönetimler ile çatışmalı geçmiştir. İmamı Azam
Ebu Hanife yaşamış olduğu bugünkü Irak coğrafyasını o dönemı yöneten Emevi ve
Abbasi iktidarlarının almış olduğu yanlış kararlara karşı çıkmış hatta Emevi
döneminde çıkan bazı ayaklanmalara destek vermiştir. Tabi ki bunu yaparken
sağlam dini referanslardan destek almıştır. Bunlar Kuran-ı Kerim, hadisler, icma
ve kıyastı. Abbasi iktidarı menfaatler ve baskı/tehdit ile uygulamaları
aleyhine konuşmalarına engel olmayı başaramadıkları İmamı Azamı en sonunda
şehit ederek susturdular. Hocasının amel ile ilgili nakli konulara akılcı
yaklaşımından ve doğruları savunmada gösterdiği cesaretten dolayı kendine
muhtemeldir ki örnek aldığı İmamı Maturidi onun ameli akılcılığını itikadi
cepheye taşıyıp geliştirerek, mensubu bulunduğu
Türk toplumunun gerçekçi ve sorgulayıcı ruhuna cevap verecek hale dönüştürdü.
Samanoğulları yönetimi altında yaşayan İmamı Matüridi’nin, örnek aldığı İmamı
Azam gibi mevcut yönetim ile arasının iyi olmadığı, uygun görmediği hususlarda
itirazını dile getirdiği ve resmi görev üstlenmediği bilinmektedir. İmamı
Maturidi, dönemin yöneticileri tarafından kullanılan “şehinşah, yeryüzünün
sultanı” gibi unvanlara karşı çıkmış ve yöneticilerin bu unvanlarla Cuma
hutbelerinde zikredilmelerini eleştirmiştir. Bu açıdan kendisinin de hocası
gibi çileli bir hayatı olmuştur. Bu akılcı görüş sahiplerinin iktidar için ne
kadar haz edilmeyen hatta nefret edilen insanlar olduklarını gösteren en güzel
kanıttır.
Oysa İmam Gazali bulundukları Abbasi yönetiminde hiçbir baskı görmediği
gibi aksine iktidarca iltifat ve taltiflere layık görülmüştür. Bu yönden
incelendiğinde İmamı Azam ve İmamı Maturidi’nin kararları sorguladığı,
iktidarın uygulamalarını Allah’ın takdiri sonucunda gerçekleştiği tezini kabul
etmeyip, karşı çıktıkları görülecektir.
Türkler neden Maturilik mezhebine, Eş’ariliğe nispeten daha çok rağbet
göstermişlerdir?
Türkler Sibirya ve Türkistan steplerinde görülmeye başladıkları dönemden
itibaren bulundukları yaşam şartlarının gerçekçiliği ile yüzleşmişlerdi. O
nedenle de Türk sözlü kültüründe mucizevî veya doğaüstü olaylar görülmediği
gibi daha çok kahramanlık destanlarına yer verilmiştir. Türklerin göçer
olmasından dolayı birçok farklı dil, din ve kültür mensubu milletler ile
karşılaşmaları, hayat tarzları, kültürleri ve inanışları hakkında bilgi sahibi
olmaları gerçek hayatı algılamalarına sebep olmuştur.
İstanbul alınana kadar geçen bu süre zarfında İslam algısı sürekli
batıya göçen ve Yasevi tarikatının yedi öğretisine sıkı sıkıya bağlı olan (
Allaha iman, bilime saygı, kadına saygı, riyasız ibadet, emeğe değer ve
yaratılmışa sevgi ) Türkmen aşiretlerinin sürekli onlara katılımıyla daha çok
Türk sosyokültürel ve dini algılarının doyasıya yaşandığı bir iklim olmuştur. Orhan beyden itibaren Fatih Sultan Mehmet’e
kadar İslami algı serbestîsinin doyasıya yaşandığı görülmektedir.
İstanbul’un fethi ile Osmanlı coğrafyasının ortasında küçük bir toprak
parçası üzerinde oturan Bizans, tarih sahnesinden silindi. Bizans aynı zamanda
Doğu Roma’nın da devamı olduğundan bir imparatorluk kimliği vardı. Tabi ki bir
imparatorluk ile devlet yapısı birbirinden farklıydı. Bu sebeple yeni bir
yapılaşmaya, kurumlaşmaya gitmeye gerek vardı. Fatih Sultan Mehmet bu oluşum
için kendine göre en ideal yönetim sistemi olarak Bizans teşkilat yapısını
İslami değerler ile yapılandırarak gerçekleştirdi. Kuşkusuz devletten
imparatorluğa geçiş sürecinin sancılı olduğu bir gerçektir. Fatih Sultan Mehmet,
kuracağı imparatorluğun dini ve onun siyasi yansımasının nasıl olacağını
belirlemek ve devamı için belli kanunlar ile kayıt altına almak zorundaydı.
Fatih dönemi incelendiğinde en güncel tartışma konusunun kelam
konularını açıklamada veya yorumlamada akılcılığı öneren Maturidilik mezhebinin
yaygın olarak yaşandığı ve o coğrafyada iktidar olan Timur İmparatorluğu
yöneticileri tarafından takdir gören Türkistan kökenli alimler ve genellikle eğitimini
Eş’ari ekolü üzerine almış Anadolulu Hanefi mezhebinden Türk alimler ile yine
yakın Arap coğrafyasından gelmiş olan Arap kökenli alimlerin İmam Eş’ari ile onu
şiddetle savunmuş olan İmamı Gazali yanlılarının görüşleri arasında yaşanmakta
olduğu dönemin kaynaklarında görülmektedir.
Bu iki ekolun hararetli kelam tartışmalarında bir süre sonra ağırlık
Hoca Muslihiddin Mustafa’nın da etkisiyle Eş’ari ekolüne bağlı olan ve
tasavvufu öneren İmamı Gazali’nin görüşü ağırlık kazanmıştır. Bu süreçte medreselerde temeli
Maturidilik’ten gelen akli ilimlerin okutulmasına son verildi. İlmen
Osmanlı’dan daha ileri olan ve Fatih Sultan Mehmet’in talebi ile İstanbul’a
gelmiş olan Timur İmparatorluğu âlimleri bu konuda uyarılarını sürekli olarak
yaptılar fakat her hangi gelişme olmadı. II. Beyazıt döneminde bu alimlerin bir
kısmı yine Türkistan’a döndüler, Ali Kuşçu gibi bir kısım âlim ise geldikleri
coğrafya kadar Türk olan bu topraklarda kalmaya karar verdiler.
O dönem için de yetişmiş ve Maturidilik görüşüne hâkim son kuşak Kanuni
zamanına kadar geldi. Fakat ilmi sahada bir daha medreselerde etkin olamadılar.
Böylelikle Fatih dönemine kadar gelen ilmi çalışmalar ve yükseliş önce duraklamış,
II. Beyazıt zamanında gerilemiş ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise sonlanmıştır.
Osmanlı tarihi incelendiğinde Fatih Sultan Mehmet’ten sonra din üzerine verilen
eserlerin dışında tıp, kimya, fizik, astronomi ve bunun gibi dallarda eser
veren ilim adamı yok gibidir. Ne yazık ki bir daha 12. ve 13. yüzyıllarda
olduğu kadar İslam dünyasında hiç bir ilim ortamı olmayacak, sadece dini ve
sosyal konulu eserler verilecektir.
Buraya kadar bahsettiğim konular, mevcut tarihin yazdığıdır. Şimdi bütün
tarihçilerin hayretle cevabını aradığı bir soru var. Nasıl oluyor da Fatih
Sultan Mehmet gibi çok bilgili ve entelektüel biri sonunda olumlu sonuç
vermeyeceği belli olan, kendi toplum yapısına ters bir oluşuma göz yumarak bir
kırılmaya neden olmuştur?
Tabi ki Fatih ülkesi ve geleceği için böylesine önemli bir kararı bilim
adamlarının tartışmasına bırakmayacak kadar akıllı bir insandı. Onun ileride
böylesine bir karar alarak amelde İmamı Azamın görüşlerini kabul ederken
itikadi mezhep seçiminde Eş’ari görüşüne yaklaşarak amorf bir oluşuma
gitmesinin bir sebebi olmalıydı.
Bu sebep
büyük ölçüde devlet reisliğinin seçim yoluyla tevdi edilmesini savunan
Maturidiye mezhebinin özelliğinden kaynaklanıyordu.
Özellikle bu son husus, Fatih
Sultan Mehmet için kurmayı düşündüğü ve Doğu Roma’dan Bizans’a geçen
imparatorluğun Osmanlılarca sahiplenilmesi hususunda en tehlikeli kısmı
içeriyordu. Kutsallığı olmayan veya arkasına alamayan bir iktidarın yüzlerce
yıl sıhhatli bir şekilde devam etmesine imkân yoktu. Verilen ferdi kararların
kusursuzluğu, kesinliği olduğu düşüncesi kabul edilemezdi ve onun içinde
sorgulanmaya açıktı. Maturidilik, hem iktidar adayı seçiminde şartlar ileri
sürüyor, hem de saltanatın hakkını veremeyenlerin hallini (işten el
çektirilmesini) kolaylaştırıyordu.
Dolayısıyla günümüz demokratik yaklaşımına daha yakındı.
Fatih Sultan
Mehmet ise, Bizans’ta ki imparatorlar gibi devletin bekası, güç ve iktidar
arzusu için dini kurumlarla desteklenen bir hükümdar olmayı istemiş olmalıdır.
Son olarak bu döneme kadar beyler ve padişahlar bir oğuz geleneği olarak
haftanın bir günü bizzat ayak divanına katılarak gerek devlet sorunlarını gerek
ise halkın şikâyetlerini dinler çözüm ararken, Fatih Sultan Mehmet ile bu da
sonlanmıştır. Devlet yönetiminde rol alan Türk kökenliler hızla tasfiye edilmiş
bunların yerine devşirmeler tercih edilmiştir.
Kendine özgü bir yapısı olan Fatih Sultan Mehmet, yine de sağlığında Eş’ari
ekolünden beslenen tarikatların devleti kuşatmasına müsaade etmemiş, halkın
dini bilgileri medreselerden edinmesini arzulamıştır. Fakat oğlu II. Beyazıt
zamanından itibaren Eş’ari ekolünden tarikatlar devleti kuşatmış ve zaman
içinde medreselerde pozitif bilimlerin yasaklanmasına kadar işi götürmüşlerdir.
İslam dünyasında bilim ve teknolojik gelişmelerin durması bu zamandan itibaren
başlamıştır.
Başta Osmanlılar olmak üzere tüm
Türkler ve Hanefî-Maturidî eksenindeki dinî yorumu benimseyen diğer
Müslümanlar, Sünnî İslam yorumunun iki büyük itikadî mezhebinden biri olan
Maturidîliğin fikir babası ve ilk üstadı olan İmamı Maturidi’nin eserlerini
gündeme getirip tartışmaya açamamışlardır. İmam Maturidi çağdaşı İmam Ebu
Eş’ariye göre kelam ve akaid üzerine daha çok eser vermesine rağmen görüşleri,
yorumları, özgür birey teolojisinin ne olması gerektiğini araştıran
Cumhuriyetimizin başına kadar neden gündeme getirilmemiştir?
Bunun tek nedeni, yukarıda ifade edildiği gibi Maturidilik mezhebinin
önerdiği ideal yönetim sisteminin Osmanlı ilim adamlarınca daha fazla
tartışılmasının ve bunun sonucunda ortaya çıkacak itirazların alternatif
yönetim talebine dönüşerek iktidarlarını sıkıntıya sokacağını düşünmüş
olmalarıdır.
Aslında günümüzdeki İslam coğrafyası
bu soruların cevaplarını verir gibidir.
Kaynaklar:
- Maturidilik ve Akaidi (El Bidaye Fi Usuli'd-Din) Nureddin Es-Sabuni
- İslam Akaidi Sisteminde Gelişmeler
Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan
- Fatih Dönemi Düşünce
Hayatına Genel bir Bakış Doç. Dr. Ahmet
Kamil Cihan
- Maturidilik ile Eşariliğin
Karşılaştırılması İsmail Hakkı Küpçü
- Büyük Türk Alimi
Maturidi Dr. Ahmet Vehbi Ecer
- İhya-u Ulumid- Din İmamı
Gazali
- Bizansın Altınları Michel
Kaplan
- Mizan-ü Hak Fi İhtiyar- il
Ehak Katip Çelebi
- Osmanlıda Karşı Düşünce ve
İdam Edilenler Rıza Zelyut
- Osmanlı Toplumunda
Zındıklar ve Mülhidler Ahmet Yaşar Ocak
- İslamın Sosyolojik Yorumu
Prof. Dr. Yumni Sezen
0 yorum